Ne Sene Yaradı, Ne Bene...

Ankara'da bir sessizlik vardı; hükümet Ankara dışındaydı. Çok kişi de daha yazlıklardan, dinlencelerden dönmemiş. Dönen bayanların, nasıl yandıkları kollarından, bacaklarından belli oluyordu.
Bakanlarla, milletvekillerinin çoğu, kamu kuruluşlarının yazlık kamplarına gitmişler, küçük memurların da doğrusu rahatları kaçmıştı. Çoğu, kendi kuruluşunun yazlığına gidememiş, pansiyonlarda yer aramıştı.
Fethiye'de "Göçek”le, Etibank’ın dinlenme yerlerine giden bir Devlet Bakanı ile bir ANAP ileri geleninin serüvenleri ilginçti. Birinin eşi başına türban bağlıyordu. Bakanın eşi denize girerken, bir kilometre arkasından bile kimse gidemiyor, orada denize giremiyordu. Bakan, sabahtan listeyi yapıyor, ilgililere veriyordu. O gün canları neler istiyordu? Görevliler, Sayın Bakanın hazırladığı listeyi öğleye yetiştirip, aşçıya teslim ediyorlardı. Dahası vardı, geceleri kimseyi uyutmuyorlardı. Bayanlar, çocuklara bağırıp çağırıyorlardı. Bu çocuklar da kurumda çalışan üst düzeyde kişilerin çocuklarıydı. Konuklardan birinin süresi mi ne doldu, arabasıyla işine döndü dinlenceden.
Bir gün, bakan anahtarı cebinde götürmüştü. Bakanın eşi nasıl girecek? Fethiye'den bir özel araba çıkarıldı yola, bakandan anahtar alınıp getirildi. Kimse çıkıp da:
Yahu, burası Fethiye, kaç tane çilingir var, çağırıp açtırıverin demedi, diyemedi...
Bunları neden mi anlattım, ANAP'lılar 6 Kasım'da işbaşına gelince, çok az kimse yadırgamadı. "Aman ne iyi oldu... "dedi. Gelenler, ya küçüklü büyüklü memurlar, ya da küçük ilçe politikacılarıydı.
Canım, ne de olsa halk çocukları onlar da; deniyordu. Kimse onların, "astığı astık, kestiği kestik” bir havaya gireceğini düşünmüyordu.
Uygulamalar ise bambaşkaydı gözlemlere göre. Milli Eğitim Bakanlığı'nda, Talim Terbiye'de olup bitenler, dillere destandı. Hıfzı Veldet Velidedeoğlu’nun "Söylev”i, Talim Terbiye’ce önerilmişken, yüz geri yeni bir kararla, artık önerilmiyordu. Böylesi bir "sonradan görmelik" diyebileceğim tutum, eşine rastlanılmaz bir şeydi. Bu, "onu asın, bunu da kesin" demekten farklı değildi. Bakanlık içinde ayıklamalar başlamıştı. Görevlerinden alınanlar için, "haydi bunlar solcu" desek, o da olamaz, çünkü 12 Eylül döneminde göreve alınmışlar, üç dört yıldır çalışıyorlar. "İlle de bizim takım gelecek;" diye ayıklamalar yapmak, en azından hafifliktir, halk deyimiyle "mollalığa " yakışmaz. Halk öyle der;
— Ağır ol da molla desinler!
Mimarlık Fakültesi'nin başına getirilen Arkeolog Haluk Karamağralı, çevresine:
Takımımı kuracağım mı diyordu? Haluk Karamağralı, 1944'lerde de "milliyetçi" filan diye kovuşturmalara uğramış mıydı? Takım hangi takımdı?
Turgut Bey'in işinin oldukça güç olduğu söyleniyordu kulislerde. Kimilerine, "bakanlık" öneriyor, “düşünmesini” söylüyordu. Eylülde bir değişiklik olur muydu acaba?
Solda da ilginç şeyler olmaktaydı doğrusu. Olup bitenleri gözledikçe, ağır ceza üyeliği yapmış, şimdi avukat Mehmet Ali Paçacıoğlu'nun anlattığı fıkra, fıkra da değil olay geliyordu usuma. Olay, Ege bölgesinde geçiyor. İki kardeşten büyüğü, tarlaların büyük bölümünü kendi üstüne geçirmek ister. Kendisine daha az oranda pay düşen küçük kardeş, mahkemeye başvurur. Davaya bakan yargıç Mehmet Ali Paçacıoğlu, olayın bir "men’i müdahale" değil; bir "muarazanın men'i" yani, "çekişmenin önlenmesi" olduğunu düşünür. Kararını verir. Yazmana:
Yaz, der, "gereği düşünüldü: Muarazanın men'ine karar verildi."
"Muarazanın men'i"nin hukuk dilinde ne anlama geldiğini ne ağabey, ne küçük kardeş bilmektedir. Karardan sonra, büyüğü küçüğe çıkışır, Egeli deyişiyle:
Gördün mü, yediğin hattı? Ne sene yaradı, ne bene. ..
Kararın, lehinde olduğunu bilmeyen kardeşi üzgün, karşılık verir:
Ne bilem len, ben bu işin böyle olacağını?