16 kasım pazartesi günü Esenboğa Havaalanı’nda gördüklerimi yaşamım boyunca unutmayacağım. O gün Haydar Kutlu'yla Nihat Sargın, yanlarında da yabancı gazeteciler, parlamenterler, geliyorlardı. Cumhuriyetten bir grup olayı izlemeye gittik. Esenboğa'ya bir, bir buçuk saat önce varmıştık. Arabamızda "Basın" levhası var. Taa dış kapıda görevliler:
Niçin gidiyorsunuz? diye sordular. Basın kartlarımızı gösterip geçtik...
Havaalanının "Dış Hatlar" bölümüne girdik. Daha önce gelmiş gazeteciler var, orada volta atıyorlar, konuşuyorlar. Ortalık sakin, bir olay olmayacak gibi görünüyor. Jülide Gülizar’la Alman Havayollarının masasına yaklaşıp, oradaki bayan görevliye,
Yolcu listesi geldi mi acaba? diye soruyoruz...
Yolcunuz kimdi etendim?
Jülide'yle birbirimize bakıp gülüşüyoruz, o:
Haydar Kutlu'yla, Nihat Sargın! diyor.
Görevli gidiyor, gelmiyor. Çoook sonra şu yanıtı veriyor:
Bilgi veremeyiz diyorlar efendim...
İstanbul'dan iki uçak geldi, aşağıda park ettiler. Lufthansa uçağına sağda arkada bir yer kaldı. Haydi ben gözlerimle bir resim çekeceğim; foto muhabirleri, televizyoncular ne yapacaklar? Derdim bu. Lufthansa'nın park edeceği yere iki polis arabası yanaştı:
Tamam dedi biri. Uçağın arka kapısından alıp götürecekler, resim ne çekemeyeceğiz!
Gazeteciler, havaalanının güvenlik görevlisi Mehmet Kâhya ile konuşuyorlar, o şöyle diyor:
Gümrükte, aşağıda resim çektirmeyeceğiz, yolcularla birlikte gelen gazetecilere de engel olmaya çalışacağız; tabii engel olabilirsek!
Uçak indi. Gazeteci, foto muhabir sayısı elliyi buldu. Çinli, Yunanlı, İtalyan, İspanyol, Alman, İngiliz gazeteciler de orada. Yunanlı gazeteci Katerina, İngiliz David’le konuşuyoruz.
Oradan fotoğraf çekemeyeceğini anlayan gazeteciler, aşağıya koşuyorlar. Ben de koşup, bir telörgünün deliklerine yüzümü yapıştırıp gelenleri görmeye çalışıyorum:
Bunlar değil, bunlar birlikte gelen gazeteciler...
Önce onlar indiler, ardından öbür yolcular. Nihat Sargın’ı tanıdım. Haydar Kutlu hangisi acaba? Telörgülerin tepesine tırmandı arkadaşlar
İşte, işte iniyorlar! Otobüse doğru yürüyorlar.
Bir polis görevlisi yolcularla birlikte, alan otobüsüne binen Nihat Sargın’ı kolundan tutup aşağı indiriyor. Haydar Kutlu'nun yanına götürüyor. O sırada, beylik giysileriyle bir polis de, telörgülerin üzerinden içeri atladı. Hurda demirlerin üzerine İndi. Yüzü hafiften kızardı; demirlerden biri incitmiş miydi ne?
Yolcularla birlikte gelen çoğu Türk gazeteciler alanda fotoğraf çekiyorlar; buna karşılık, Ankara'dan Esenboğa'ya gidenler çekemeyip, telörgülerin tepesinde cambazlık ediyorlar. Bunlar, bu yöneticiler gazetecileri sevmiyorlar. Oysa onların tümü yolcu, basın hancı!..
Bir ülkede demokrasi olup olmadığını anlamak için, gazetecilerine yapılan işlemlere, uygulanan davranışlara bakınız; şıp diye anlarsınız!
Söylevlerle, parlak sözlerle olmaz bu. Davranışlarla olur, uygulamalarla olur. Türkiye'de demokrasinin zerresinin olmadığını pazartesi günü gözledim. Dokunsalar ağlayacaktım. Bu ülke, kötü yöneticilere layık değildir!
Brüksel muhabirimiz Hadi Uluengin, uçakta yolcularla birlikte gelmişti; içeride olup bitenleri Hadi’den dinleyecektim. Yolcular pasaport, gümrük denetimine girdiler. Haydar Kutlu'yla Nihat Sargın kargodan alınıp götürülmüşlerdi. Gazeteciler bu kez gümrük kapısının camını yumruklamaya başladılar:
Açın yahu, resim çekeceğiz! Bu ne insafsızlık?
Tam bu ana-baba gününde, bir sivil polis görevlisi, Günaydın'ın foto muhabiri Taşkın Şenol'un koluna girmiş, şöyle diyormuş:
Sizler görev yapıyorsunuz, size yardımcı olmak lazım...
Sağol abi! Teşekkür ederim...
Vallahi, doğrusu üzülüyorum Gazeteci görev yapar canım. Şenol!
Efendim abi!
Senden bir ricam olsa...
Buyur abi!
Sana şu, arkası dönük kasketli adamın resmini çeker misin?
Şenol bir bakmış, gösterdiği kasketli benmişim. Hemen görevlinin kolundan çıkmış, uzaklaşmış.
Olayı, Günaydın'dan Enver Delikçi anlattı, Selçuk Altan da var, gülüştük. Benim resmimi ne yapacaklardı kİ?
Haydar Kutlu'yla Nihat Sargın, savunmanlarıyla da görüştürülmemişlerdi. Onlarla gelen yabancı parlamenterlerin heyecanlarını gözledim. Çok sinirliydiler. Adamın kolundan tutup.
Biz çağ atlıyoruz! desem, ne derdi acaba?
İşkenceye tutulmuş gibiydiler. Haydar Kutlu'yla Nihat Sargın Münih'te Hadi Uluengin'e özetle şöyle demişlerdi:
Biz Türkiye'de demokrasinin geleceğine inanıyoruz ve demokrasinin pekişmesinde Türkiye Birleşik Komünist Partisi'ne görev düştüğüne inanıyoruz. Bu görevi yerine getirmek ve yasal çalışma hakkı istemek için de yurda dönüyoruz...
Yurda döndüler, döner dönmez de gözaltına alındılar. Cem Karaca da döndü, hiç böyle bir şey olmadı. Bu ikili ölçü neyin nesi? Bunlar ayaklarıyla geliyorlar; isteseler gelmezler, orada yaşar giderlerdi. Bundan sonra dışarıdakilere nasıl söylenebilir:
Niçin dışarıda yaşıyorsunuz, yurdunuza gelin; korkmayın bir şey olmaz! diye.
Gelin gelin dediniz, geldik. Gelenlerin başlarına gelenleri görüyorsunuz!..
Sadun Aren, Karadenizlinin sözlerini anımsattı. Karadenizli gömüt taşına şöyle yazdırmış:
Hastayım hastayım dedim, inanmadınız! Ne oldi?..
Türkiye'de demokrasinin varlığına başkalarını inandırmaya çalışmazdan önce kendimize bakalım. Biz inanıyor muyuz demokrasinin olduğuna?
19 Kasım 1987, Cumhuriyet