Nâzım Hikmet ile Adonis...

Denizli'den bir okurum telefon etti, üzüntüsünden ağlamaklıydı; Denizli’de Çamlık’ta Çaputkayası varmış, o yörede günlerdir, avcılar sürek avına çıkmışlar, dürbünlü tüfeklerle domuz avlıyorlarmış. Domuzlar, yavrulu da olsalar, av yasağına girmezler. Kurt, çakal gibi onlan her zaman avlama olanağı tanınmıştır. Gerici iktidarların koydukları kuraldır bu. Okuruma sordum;
Ne kadar öldürdüler?
En az yirmi domuz.
Öldürüp ne mi yapıyorlar? Dağda bırakıyorlar öldürdüklerini. Kuyruğunu kesip, getirip, yeni domdom kurşunları alıyorlar. Tarım Bakanı'nı uyarmak istiyorum: Buna el koymasını bekliyorum. Çevre Bakanı'nı da göreve çağırıyorum. Doğanın, ormanların bir numaralı koruyucusu bu hayvanların böyle canavarca öldürülmelerini önlesinler. Bu cinayeti sürdürürlerse, elim yakalarında olacak. Bir hükümet düşünün, bir yandan Avrupa Birliği'ne, Gümrük Birliği'ne girmek için kırk takla atmaya teşnedir de, milyarlarca insanın yediği domuzu, sürek avlarıyla yok etmek için işlenen cinayetleri görmezden gelir.
Tansu Çiller, eşi Özer Uçuran Çiller, Amerika'da Coca Cola parası bulamadıklarını söyledikleri günlerde, kızarmış tavuk mu yediler? Orada en ucuzu domuz sosisinden yapılmış sandviçler olmalı! Bunları açıklamak pek polislik sayılmaz mı ne?
Toplumda öyle dinci bir baskı yaratılmıştır ki, bunu kırmak için belki yüzyıllar gerekecek. Nâzım Hikmet'ın kızkardeşi Samiye Yaltırım'la, Salihli’de bir “Nâzım Hikmet Günü"nde konuşuyorduk. Kızı Ayşe, Müzehher Vâ-Nû, Kıymet Coşkun, Şükran Kurdakul, daha bir dolu dost o günlerdeydik. Ben, Nâzım'ın özelliklerini öğrenmeye çalışıyorum. Birara sordum:
Nâzım domuz eti yer miydi?
Yerdi, ama yazma! dedi.
Sevgili Samiye Hanım, ağabeyine kanat germek istiyor gibiydi. Oysa, Nâzım gibi birine yapılanlar bir sürek avıydı, başka bir şey değil. Özyaşamöyküsü (Otobiyografi) şiirinde Nazım, bir yerde şöyle der:
İçtim ama akşamcı olmadım /hep alnımın teriyle çıkardım ekmek paramı, ne mutlu bana/başkasının hesabına utandım yalan söyledim/yalan söyledim/başkasını üzmemek için/ama durup dururken de yalan söyledim/bindim trene uçağa otomobile/çoğunluk binemiyor/operaya gittim /çoğunluk gidemiyor, adını bile duymamış operanın/çoğunluğun gittiği kimi yerlere de ben gitmedim 21 'den beri/camiye kiliseye tapınağa havraya büyücüye/ama kahve falına baktırdığım oldu/yazılarım otuz kırk dilde basılır/Türkiye’mde Türkçe’mde yasak/kansere yakalanmadım daha/yakalanmam da şart değil/başbakan filan olacağım da yok/meraklısı da değilim bu işin..."
“Nâzım Hikmet Şiir Ödülü"nün ilki, Paris’te yaşayan Arap ozanı Adonis'e verildi. Asıl adı Ali Ahmad Said Esber’di. Adonis adını şiirlerinde kullanmaktaydı. Adonis adının Hıristiyanlarda yaygın olduğunu söyleyen Hataylı Yahya Kanbolat:
Araplar, Hıristiyan Arapları Müslüman Türklere yeğ tutarlar, Müslüman Türkleri sevmezler... dedi.
Hatay yöresinde Hıristiyan Araplar (Ortodoks) çok. Beyrut yöresinde de Hıristiyan Araplar egemen. Sünni Müslümanlar orada yok gibi. Yahya Kanbolat'ın sözleri üzerine. Kıymet Coşkun aracılığı ile sordurdum. Adonis Müslümanmış. Benim için ayrımı yoktu, farketmezdi. Ha Müslüman, ha Hıristiyan; o kendinin bileceği bir şey. Kimsenin inancına karışmam. Yalnız yobaz olmasın, laiklik düşmanı kesilmesin...
Adonis, mistisizme yakın bir ozanmış. Cumhuriyet'te pazartesi günü Pelin Özer'e, bu konuda şunları söylüyor:
Arap kültürünü çok yakından tanıyorum. Ancak bu kültüre ulaşmak için geriye dönmüyorum. Tam tersine bu kültürü genişletmeye, yeni ufuklar açmaya çalışıyorum. Böylece daha evrensel ve daha insani bir kültüre ulaşacağımızı düşünüyorum. Mistisizmi de dinsel bir mercekte görmüyorum. Dinsel bakış açısı tamamıyla farklı...
Türkiye’de ozanlar şimdi. Nâzım Hikmet Ödülü'nü alan Adonis'i düşünüyorlar; şiirini tartışıyorlar. Bunlar, önümüzdeki günlerde daha açıkça yapılabilir.
Dün akşam Ankara'da, Kültür Bakanı Timurçin Savaş'ın bir kokteyli vardı. "Türk Kimliği" adlı araştırması nedeniyle Cumhurbaşkanlığı danışmanlarından Bozkurt Güvenç’e Bakanlık bir plaket veriyordu. Güvenç'in plaketini Süleyman Bey verdi. “Milliyetçi Demirel"e yakışır bir konuşma yaptı. Salona girerken el sıktı, bana da:
Nasılsın Ekmekçi! dedi. Oysa. “Neler yazıyorsun? İnsafın kurusun!" diyecek diye beklemiyor da değildim. Hiç oralı değil gibiydi. Pişkin miydi ne?
Kokteylde, konuşmaları izlerken Prof. İlhan Tekeli'ye:
Bu ‘Türk kimliği' filan derken, Kürtleri kızdırmasınlar, diyecek oldum, Tekeli:
Yok canım, dedi, niye kızsınlar?
Eve gelince Doğu Perinçek'in “İlk Anayasal Belgelerde Kürtler” ile “Kürt Sorununa Acil Kardeşlik Çözümü " çalışmasını, bir de Şükrü Günbulut'un “Atatürk'e Sansür” adlı yazısını buldum. Günbulut, Atatürk'ün kendi el yazısı ile yazdığı din ile ilgili kimi bölümlerin, kimi işgüzarlarca -sözde Atatürk’ü korumak amacıyla- makaslandığını söylüyor. Doğu Perinçek de Kurtuluş Savaşı belgelerinden yola çıkarak, çözüm önerilerini getiriyor. Perinçek, bunları Süleyman Bey'e de anlatmış. O da sıcak bakıyormuş. Ama, güvenilebilir mi? Doğu Perinçek, bir yerde şöyle diyor:
“Türkiye, bu koşullarda Kürt sorununu acilen çözmek, Türk ve Kürt halkını emperyalist müdahalelere karşı sımsıkı birleştirmek durumundadır. Yoksa bir süre sonra, emperyalizmin talepleri ön plana geçecektir. O koşullarda sorunu halkın taleplerine yanıt vererek çözmek için çok geç kalınmış olunur. Bilinmelidir ki, emperyalist paylaşım kavgalarının ve milli boğazlaşmaların yarattığı kaos ortamından geri dönüş yolları birkaç on yılda bulunamayabiliyor...”
Kokteylin benim için bir sürprizi de vardı: Opera sanatçılarından Erol Uras ile Nurten Tezmen Kolçak da oradaydılar. Erol Uras “Ortadirek" türküsünü söyledi. Onu dinlerken, Ruhi Su'yu andım içimden...
Merak bu ya, karşılaşınca soracaktım kendisine; Adonis domuz eti yiyor mu, yemiyor mu diye: yiyormuş!