Musa Emmi, yani Öğretmen Musa Uysal, öğretmenlik yaptığı köyleri, köylüleri anlatıyor. Gülmece öğesi, Musa Emmi'rıin özünde, biçeminde var. Her sayfada, kahkahalarla gülmüyorsunuz belki ama, kesinlikle gülümsüyorsunuz. Bir yerde şöyle anlatıyor:
... Bekiş köyünün dost, sevecen insanları ile çok kaynaştık. Dersten çıkınca köy odalarında hep birlikte olduk. O yıl köye imam tuttular Halil Hoca yi. Halil Hoca, ilkokulu okuduğum Elvançelebi köyünden. O yıllar ücretini köylü verirdi. Arpa buğdayla öderlerdi imamın ücretini. Kör Hıdır vermemiş imamın hakkını. Muhtar gitmiş, o da alamamış.
öğretmeni kırmaz o. Öğretmen alır ondan., diye bana geldiler.
Çağırttım Kör Hıdır'ı. İmam da yanımda. İmam sessiz sedasız, efendi bir insan. Hakkını alırken utanır, kızarır.
-İmamın hakkını vermiyormuşsun, dedim Kör Hıdır'a.
Evet vermiyorum! dedi.
Doğru değil yaptığın! dedim.
Eğri doğru, ben vermiyorum! dedi.
Bu adam burayı boşuna mı bekledi? diye sordum.
Beklemeseydi, dedi.
Adamın mesleği! dedim.
Bana ne mesleğinden! diye cevap verdi.
Herkes veriyor, bir sen vermiyormuşsun.. dedim.
Bana ne herkesten? Onlar abdest alıyor, namaz kılıyor, camiye gidiyor. Ben abdest almam. Namaz kılmam. Camiye hiç gitmem. Danalarımı mı gütmüş imam benim? dedi. İmam, arife günü kimin evinin önünde Kuran okuduysa gitsin hakkını ondan alsın! diye ekledi.
Peki, sen ölünce cenazeni kim yıkayacak? Namazını kim kıldıracak?
Ha! O zaman mı? Bacağımdan tutun, bir hendeğe atın. Kurtlar kuşlar yesin!
Kör domuz, senin etini kurtlar kuşlar da beğenmez, yemezler senin etini. dedim, hem yazın ölürsen kokar, bizi rahatsız edersin, diye güldüm. O da güldü. Aynı yaşlardaydık. Gitti, imamın hakkını getirdi. Bu kez de imam tutturdu, “Almam" diye. Sonunda imamı da razı ettik.
Köyde birde Hasan Hoca vardı. Ona Molla Hasan derlerdi. Varlıklı adamdı. Varlıklı dediysem, köye göre varlıklı. Banim çocukluğumda bizim köye imam tutmuşlardı. Birkaç çocukla birlikte bana "tecvit" öğretmişti. (“Tecvit". Kuran'ı okuma kuralı demek.)
Sayardım Hasan Hoca yı. Hem babamın meslektaşı, hem dostuydu. Altmış beş yaşlarındaydı, ben o zaman 23 yaşındaydım. Aynı yaşta iki arkadaş gibiydik. Bazüklü Kürtlerindendi. Türkçeyi çok güzel konuşur, dilinden anlaşılmazdı Kürt olduğu. Bazen gelir:
Şu namazı Kürt işi kılalım! derdi.
Nasıl oluyor Kürt işi namaz?
Ağzınla burnun yere değmeden kalkarsan ona Kürt işi derler...
Musa Emmi, 1950'Ii yılları anlatıyor, şöyle diyor:
... O zaman bizi hep komünistlikle suçlarlardı. Oysa ki, o zaman biz komünizmi de, sosyalizmi de bilmiyorduk. 17 Ekim Komünist Devrimi’nin adından ve tarihinden başka da, çoğumuz bir şey bilmiyorduk.
1950-1954 yılları, siyasal iktidarın, kendinden yana olmayan öğretmenleri ve kamu çalışanlarını karşısına aldığı yıllardı. O yıllarda biz CHP'den umudumuzu kesmiş, DPde de umduğumuzu bulamamıştık. O sırada elyordamı ve son derece kısıtlı bulabildiğim yayınlarla komünizmi, sosyalizmi öğrenmeye çalıştım...
Çocukken köyümüzden çıkıp giden, bir daha da geri dönmeyen bir Hamdi Efendi den söz edilirdi öğretmenliğimizin ilk yıllarında. Hamdi Efendi çok okumuş. Büyük adam olmuş. Çok akıllıymış, amma velakin komünistmiş. Kızarlardı köyde. Biz de kızıyorduk. Küfrettik, 'Köyümüzün, ilimizin, ilçemizin yüzkarası’ dedik.
Musa Emmi, sonraları Hamdi Efendiyle tanışacak, 1970'lerden sonra. O'nunla birlikte hapis yatacaktır. Emmi'nin başta küfrettiği Hamdi Efendi, Hamdi Konur dan başkası değildir. "Köyün komünisti" Hamdi Konur. Koca Hamdi! Musa Uysal, o yıllar Nazım'ı. Mahmut Makal’ı da suçlar, "Vatan haini", "Komünist! "diye. Sonra da komünistlikten sekiz yıl hapis cezası yer. Nereden nereye? Kitabının adı da. "Nereden Nereye?" Bu adı Naciye Makal koyar.
Musa Emmi, anılarını yazarken, Şıhca Yavuz. O’na Musa Anter'in anılarını okumasını salık verir. Musa Emmi, şöyle der yapıtında:
... Musa Anter'in anılarını okumadım. Elimdeki çalışma bitinceye kadar da okumayacağım. Birkaç sayfasına göz attım. Musa Anter Kurt aşiretlerini, aşiret reislerini, şeyhlerini. 49'ların. 23lerin tutuklanmasını incelemiş... Bu kitap bana Kürt-Çerkez fıkrası çağrışımı yaptırdı. Sakine Kaygısız bacı anlatmıştı. Çerkezin biri bir Kürt köyünden geçiyormuş. Köyde cenaze varmış. Ağıt düzerek ağlıyorlarmış. Çerkez duygulanmış.
Babam ölürse bu köyden ağıtçı götüreceğim! demiş.
Öyle de yapmış. Babası ölünce, üç ağıtçı kadın götürmüş. Ağıt düzerek başlamışlar ağlamaya.
Cenaze sahibi dinlemiş. İstedikleri gibi ağlamıyorlar.
Bu kadar para verdim. Ağlayacaksanız güzel ağlayın' demiş.
Ne diyek de ağlayak ölü bizim olmayınca, böyle Çerkez mi tükenir kırkı birden ölmeyince! diye ağlamışlar...