Mitat Enç’in Serüvenleri..

4 ağustos günü çıkan, "Mitat Enç"le Birkaç Dakika…" başlıklı "Ankara Notları”nı okuyanlardan kimileri, Mitat Enç'i şimdiye değin tanımamış olmaktan üzüntü duyduklarını söylüyorlardı. Bu ilgi karşısında, bu "Ankara Notları"nı da Enç'e ayırmayı düşündüm. Yazıyı okuyan öğrencileriyse:
— Aaa, Mitat Enç hocamdı. Tam bir Batılı gibi davranır, merdivenlerden çıkarken koluna girerdik. Hoşlanırdı... diyorlardı. Bunu söyleyen bayanlardı.
Amerika'da öğrenimini sürdürürken, görmemezliğin sıkıntılarını çekmişti. New York gibi bir kentte, metroya binip, istasyon değiştirmek, okulunu, kaldığı yeri bulmak kolay mı? Başarıyor ama bunları. İçine bir güven geliyor. Yardımcısıysa sadece elindeki bastonu, elbette bir de duyarlılığı..
İkinci Dünya Savaşı yılları, New York'tan sonra. Boston varoşlarından Watertown'daki Perkins Enstitüsündedir. Burada Türkçe konuşan eski yurttaşlarla-Ermenilerle- karşılaşır. İlişkisi de pek cesaret verici değildir. Perkins'e gelişinin ertesi günü okulun yöneticisi Mr. Gypson ona yaşam düzen ve kurallarını anlatırken, sonunda önemle vurgulayarak, "Sökük ya da ütülenecek bir şeyiniz olursa sakın bayan Kelleciyan'ın yanına uğramaya kalkmayın. Eşime verin, gerekeni yaptırır" der Mitat Enç nedenini sorunca da, bir sure kemkümle geçiştirmeye kalktıktan sonra, "Kocasını ve iki çocuğunu kesmişsiniz. Türklerden nefret eder" der.
Mitat Enç bu yüzden birkaç hafta ütü odasının önünden geçmemeye özenir. Sonra bir gün odasının kapısı vurulur. Kapıyı aralayan bir kadın sesi Türkçe "Hoş gelmişsin, dikilecek sökük, ütülenecek bir şeyin yok mu?" diye sorar. Sonra ona Malatya’dan göçtüklerini, mağazalarda satıcılık yapan iki de kızı olduğunu anlatır. Mitat Enç ise, yöneticinin uyarısı yüzünden gevşeyip açılmaktan çekinir. Ancak bayan Kelleciyan beklenmedik bir yakınlık göstermekte, onu okul yöresindeki evine memleket yemeği yemeğe çağırmaktadır. Mitat Enç, "bir süre yarenlikten sonra" eline iki pantolon tutuşturur, teşekkür eder.
Birkaç gün sonra öğle yemeklerinden birinde, hizmetçi Maria, Enç'in yanına sokulup önüne bir tabak yerleştirir. "Mrs. Kelleciyan memleket yemeği yapmış, size de getirdi" diye ekler.
Sofrabaşılığı yapan Mr. Gypson son telaşla:
— Sakın yeme içine belki zehir katmıştır.. diye uyarır. Mitat Enç olayı, "Bitmeyen Gece”de şöyle anlatır:
“Benim de içime bir kuşkudur girmişti. Fakat genzime kadar yükselen, dereotlu, yoğurtlu kabak dolmasının kokusuna dayanamadım:
— Her ihtimale karşı kapıya bir cankurtaran çağırın! diye takılarak kaşığa yapıştım. Gerçekten de nefis bir dolmaydı. Gene de bir süre midemde sancı, bağırsaklarımda burulma bekleyip durdum. Güvenim artınca ütü odasına çıkıp yürekten teşekkür ettim.
— İnşallah bir pazar sana içli köfte yapayım. Kızlarla da tanışırsın" diye eski günlerden, Malatya’nın kayısı ve armutlarından söz etti durdu. Mr. Gypson bu yakınlığın nedenini bir türlü kavrayamıyordu.
— Sen gelinceye dek bu kadın Türklere ateş püskürüp dururdu. Şimdi ise evde senden değerlisi yok. Anlayamıyorum bunu deyip duruyordu.
Koltuğumda bir kutu şekerleme evine içli köfte yemeğe gittiğim zaman punduna getirip kocasına ne olduğunu sormaktan kendimi alamadım. Hüzünle içini çekerek. "Genç yasta rahmetli oldu. Kalp dediler" yanıtını verdi. Acısını tazelediğim için özür diledim. Kızları burada doğup büyümüştü. Geldiği yerlerin güzellik ve nimetleri konusunda annelerinin anlattıklarının gerçek olup olmadığını öğrenmek için ardı arkası kesilmeyen sorular yöneltip duruyorlardı. Şirin, tatlı dilli, tipik iki Amerikan kızıydı. Kendimi iyice güven içinde hissetmeye başlayınca Mr. Gypson'ın söylediklerini anlatmaktan kendimi alamadım. Kadın özür dileyen küçük bir gülücükten sonra açıkladı:
Burada âdet olmuş. Ermeniler, Rumlar, Türklere atıp tutmazlarsa sanki ayıplanıyor. Ne yaparsın sıla özlemi söyletiyor.."
Bir başka Ermeni de. olayı Milat Enç’e söyle anlatır:
— Evlat. hani bizim dilde suç kürk olmuş da kimse giymek istememiş derler. Bizimkiler de sürgünün sorumluluğunun kendi sırtlarında olduğunu söylese kimse onlara aldırış etmez. Ağlayıp yakınarak kendilerini acındırmaya çabalıyorlar. Oradaki rahat battı onlara. Sanatın, ticaretin en iyisi ellerindeydi. En iyi evlerde oturur, en âlâ yemekleri yerlerdi. Osmanlı üç kıtada yedi düvelle savaşırken, onlar askerlik yapmaz paralarının üstüne para yığarlardı. Üç beş kafası bozuğa uyup "Ermenistan diye tutturunca ne yapsın Osmanlı? Başlarına gelen geldi işte. Osmanlı kalkıp da bu beş on çeteciye, "Eh al şurası da sana Ermenistan olsun" mu diyecekti? Sonra burada yokluk, yoksulluk mu çekiyorlar? Evleri, otomobilleri, okul ve hastaneler oradakinden çok iyi. Ama gene de bilmem neredeki pınarın arkada bıraktıkları bahçe bostanın hasretini çeker dururlar. Kötüsü kin ve öfkelerini çocuklarına da aşılıyorlar. Dertleri Ermenistan ise işte Moskof elinde var bir tane gidip orada otursun lar..
Mitat Enç, bu konulara uzun uzun değinir. Çocuklarına aşıladıkları kin, sonunda çeteciliğe dönüşür. İlk öç anıtları, Amerika'da dikilir. Türk diplomatları ilk olarak Amerika'da Los Angeles’ta öldürülür…
Amerika'da körler okullarında yüksek öğrenimini bitiren Enç, bir an önce yurda dönüp, kendisi gibi olanları kurtarmak için çabalar. Ankara'da bir körler okulu yoktur. Ancak. Enç "pedagoji" öğrenimi yapmıştır. Görenlere ders verebilir kanısındadır.
Mitat Enç gören öğrencilere verdiği ilk dersin heyecanını anlatır anılarında. Şöyle der, daha sonraki dersleri anlatırken:
“... Daha sonraki oturumlarda yaşa rağmen okul sırasına yeniden oturmanın insanı bir ölçüde çocuklaştırdığını gösteren belirtiler kendini göstermeye başladı. Örneğin kahvaltıyı kaçırıp ilk derste mandalina ya da elma yiyerek nefsini körletmeye kalkanlar olabiliyordu. Bazen de günün gazetelere yansıyan haberlerine şöyle bir göz atmadan ders dinlemeye yanaşmak istemeyenlerle de karşılaşılıyordu. Yoklamada, herkesin sınıfta olduğu söylendiği halde başladıktan üç, beş dakika sonra içeri dalanlar çıkabiliyordu. Evet, görevim sınıf geçmede etkin olmayan bir dizi konferans vermekti. Yalnız bu işin başıboş bir düzensizliğe dönüşmesinin de kendimi kabul ettirmeyi engelleyebileceğim düşünüyordum. Bu durumlarda sinirlenip ilgiliyi eleştirip azarlamaya kalkmanın da yararlı bir tepki olamayacağı ortadaydı. Onlara görme gücünden yoksun oluşumu sömürmeyeceklerini her fırsatta ispatlamam gerekti. Bunun en etkili yolu da olup bitenin farkında olduğumu şakaya boğarak qöstermekti. Bu nedenle meyve kokusu gelenin önüne dikiliyor, “bir dilim de bana ikramlamasını" istiyordum. Gazete hışırtısı çıkarana ilginç haberi yüksek sesle sınıfa da aktarmasını rica ediyordum. Herkesin sınıfta olduğunu söyleyen temsilciye, kafa saymasını daha iyi bellemesi gerektiğini duyuruyordum.
Bir süre sonra, öteki bölümlerin öğrencileri de konuşmaları izlemek için giriş izni istemeye başladılar. Bu gelişme hem güvenimi arttırıyor hem de beni sevindiriyordu. Sanırım daha ilk ay içinde öğrencilere kendimi kabul ettirmiş ve yararlı olabileceğime inandırmıştım."