Mezar Taşları İle Demokrasi...

Yılmaz Güney, Paris'te öldü. Ölümü haberim sabahın erken saatinde, gazete dağıtıcısının önünden geçerken öğrendim. Biri, Hürriyetteki kocaman başlığa bakarak.
Yav, Yılmaz Güney ölmüş dedi
N'apalım ölmüşse, tohumuna para mı saydın? diye karşılık verdi, gazeteleri sayıp sıraya koyanı...
Uzun süredir hastaymış Yılmaz Güney, hastalığını bile bilmiyordum. Doğru yanlış, acı tatlı serüvenlerle geçen bir yaşam noktalandı. Cumhuriyet’te Atilla Dorsay “Sinemacı Güney’den kalan"ı salı günü anlattı. Sonunda yazısının, “Dileğimiz, Güney'e bakışımızda toplum olarak bundan böyle belli bir yumuşamanın, belli bir hoşgörünün egemen olması ve artık yaşamayan bu tahilsiz sanatçıya kinin ve katı önyargının değil, anlamaya, eleştirmeye ve çözümlemeye çalışan bir pencereden bakılmasıdır" dedi.
Çarşamba günkü Milliyette Mümtaz Soysal, “Yılmaz Güney " başlıklı yazısında, "... insanlarımızın garip ve acıklı alınyazısı üzerinde düşünmeden durmak zor. Görüş ve düşünce ayrılıkları niçin düşmanlıklara, karşılıklı öldürmelere, hatta bunlardan da vahim olarak, dışlamalara ve kopuşlara kadar varıyor? Niçin Türkiye sevgisi üzerinde birleşebileni itilmeden, kakılmadan, değişik bir renkliliği, karşılıklı hoşgörüyle ortakça yaşayabilen insanlar yaratmıyoruz?..." diyor.
Mümtaz Soysal'ın yazısı, “Mezar taşı yazmak zordur" diye başlıyordu. Bir, “Ankara Notları”nda daha değinmiştim, büyük dedelerimden biri, mezar taşlarına şiirler yazarmış, güzel de yazmış olmalı ki, geçimini mezar taşlarına yazdığı dizelerden sağlarmış. Yıllarca, yurt dışında kalmış, yetmişinde yurda dönmüş. Ona, "Firenk Mustafendi" derlermiş, namaz filan kılmazmış. “Bir bildiği var ki, kılmıyor" deyip, saygı göstermişler. Anamın dediğine göre, adım da onun adıymış. Yazdıkları mezar taşlarında kalmış; mezar taşlarını toplayıp ciltletecek hali de yok ya! Nerede bir mezar taşı görsem, okumak geçer içimden yazıları...
* * *
Salı akşamı, Bulgar elçiliğinde. Büyükelçi Argir Kostantin'in kokteyli oldukça kalabalıktı. Kokteyl, Bulgar devriminin kırkıncı yılı dolayısıyla verilmekteydi. Çeşitli partilerden politikacılar, örneğin Doğruyol Partisi Genel Başkanı Dr. Yıldırım Avcı, SODEP Genel Sekreteri Hicri Fişek, Genel Başkan Yardımcılarından Atila Sav, SODEP'li Deniz Baykal, ANAP'tan Halil Şıvgın, Halkçı Parti eski Genel Başkan Yardımcısı Niyazi Araş, görüp konuştuklarımdı. Ankara eski Sıkıyönetim Komutanı şimdi Genelkurmay Harekât Başkanı Korgeneral Sabri Yirmibeşoğlu, Lojistik Dairesi Dairesi Başkanı Koramiral ile daha bazı generaller de vardı. Böyle ulusal günlerde, ülkeler, karşılıklı protokol ilkelerine titizlikle uyarlar; örneğin, Cumhuriyet Bayramımızda, 29 Ekim'de Sofya'da Bulgar yöneticilerinden, askerlerden kimler bulunmuşsa, Ankara’da da buna uyulur...
Yine salı akşamı, Turgut Özal, Suudi Arabistan Başbakan Yardımcısı Prens Abdullah Bin Abdülaziz onuruna bir kokteyl vermişti. Kokteylde, Erdal İnönü de bulundu. Erdal Bey, Prense:
Başbakan Sayın Özal’la görüşmelerinizi izliyoruz. Görüştüğünüz konuları, Başbakan Özal bize anlatır, biz de öğreniriz! dedi Turgut Özal güldü...
Çarşamba sabahı, otobüsle Çankaya'dan Kızılay'a inerken, yolda Erdal İnönü'yü görüverdim, yürüyordu. Hemen otobüsten inip, yanına vardım:
Erdal Bey, dedim, bir gün başbakan olduğunuz zaman, yine yolda yürüyecek misiniz? Yoksa sizi artık göremeyecek miyiz?
Başbakan olmam uzak bir olasılık ama, görebilirsiniz. Yürümek iyi oluyor... karşılığını verdi. Satır arasında, ince espriler yapıyordu...
Celal Bayar, 1950'de sanıyorum bir kez tramvaya mı, otobüse mi ne bindi. Ancak sonra onu otobüste kimse görmedi. Bana kalırsa, yöneticiler otobüse bindikleri zaman, ben demokrasiye kavuştuğumuza inanacağım!
Öyle, dedi, Erdal Bey....
Yolboyu, yanımızdan geçenler, dönüp bakıyorlardı. Basının içinde bulunduğu sorunları sordu, anlattım. Meşrutiyet'in köşesine gelince ayrıldık....