Memleketçi Hasan Ali

Hasan Ali Yücel'in ölümünün dün yirmi üçüncü yılıydı. Dünkü "Cumhuriyet”te, Hıfzı Veldet Velidedeoğlu’nun yazısı içimi açtı, "Ankara Notları”nı bugün de Hasan Ali Yücel’e ayırmayı düşünüyordum, iyi oldu.
Hasan Ali Yücel, politikadan ayrılıp, yazarlıkla yaşamını sürdürdüğü sıralarda, bir gün İstanbul’da dolmuşa biner. Dolmuştaki konuşmalar, Hasan Ali Yücel üstünedir. Kimi küfreder, kimi horlar, yalnız bir kişi, bir öğretmen Hasan Ali Yücel’i savunmaya çalışmaktadır...
O da tartışmalara katılır, kendisini savunan öğretmene karşı, Hasan Ali Yücel'e demediğini bırakmaz. Bir küfür de o savurur! Hasan Ali Yücel'e sövenler de, bu yeni saldırgan karşısında susarlar, "pes" derler. Oysa o susmaz! Bir durakta inerken, savunan öğretmen sorar:
Hepimizden çok siz yüklendiniz, peki siz Hasan Ali Yücel’i bu denli yakından tanıyor musunuz?
Yücel, şoföre parayı uzatırken, karşılık verir:
Ben, O’yum! der. Ortalıkta korkunç bir sessizlik olur. Şoför, para almak istemez:
Helal olsun sana abi, adammışsın! der...
Hasan Ali Yücel, Türkiye'de aydının yazgısını yaşadı. Tonguç gibi birçok aydın gibi. Zaman zaman çok kimse söyler:
Köy Enstitüleri kapatılmasaydı, Türkiye bugün başka bir Türkiye olurdu, diye...
Köylünün çocuğunu okutabildiği kurumlardı Köy Enstitüleri. Buralar kapatılınca, nereye gönderecek? Ya Kuran kursuna, ya da imam hatip okuluna. O da öyle yaptı...
Hasan Ali Yücel’in Köy Enstitülerine gittiği zaman, nasıl heyecanlandığını, anlatanlardan dinlerdim. O, Köy Enstitülerinde okuyan, köy çocuklarına:
Benim karaoğlanlar! dermiş.
Ne oldu, karaoğlanlar bir düşünür müsünüz?
Köy Enstitüleri, köylü kızlarının da okuma olanağı bulabildiği yerlerdi. Boz giysiler içinde, kavrulmuş yüzlerini anımsıyorum kızların. Ne güzel yetişiyorlardı...
Yücel, politikadan çekildikten sonra, yazılarıyla uğraşırken. Uzunköprü'de öğretmen Mehmet Özgürel'den bir mektup alır. Duygulanır besbelli, şu karşılığı yazar:
“Aziz kardeşim,
Yaşınızı iyi bilmediğim için "kardeşim" dedim. Belki "oğlum” demek daha yerinde olurdu. Hangisi olursa olsun, sizi tebrik ederim, itiraf ve nedamet, insana vergi yüksek duyguların en kıymetlileridir. Anmak hakikata götürecek yolun yarısına gelmektir. Benim naçiz ve mütevazi hakikatimi böyle bulmuşsunuz.
Beni çocukken sevmemiş olmanızı pek tabii bulurum. Küçük yaşta bir yavrunun çıbanını yarıp temizleyen bir hekim, ona sevimli gelebilir mi? Fenalık, olgunlaşmaya başladığı halde can acıtan iyilikleri takdir edememektir. Halka hizmet için hayat verenler, çok kere ve çok yerlerde ve zamanlarda "halk düşmanı” ilan edilmişlerdir. Bundan korkanlar, büyük ve tesirli hizmetlere namzet olamazlar.
Ben hiçbir zaman yürüdüğüm yoldan dönmedim ve kimseye "teslim” olmadım. Sevgilisinden mahkeme kararı ile ayrılmaya mahkûm edilmiş bir koca durumundayım. Sevmemekliğime ve ilgilenmemekliğime kendi vicdanım karar vermediği için o sevgili her an ve hâlâ benimdir. Onu benden ve gönlümden kimse alıp koparamaz. Ben devlet adamlığı sıfatımı muhafaza ederek mücadele etmekteyim. Meydan nutku çekemem, mücadele ediyorum diye kimseye tecavüz edemem. Edep, benim sosyal içgüdümdür.
Köy Enstitüleri için söyledikleriniz, hakikatin ta kendisidir. Ne yapayım ki, onu yıkmaya önce benim siyaset arkadaşlarım ve ardçılarım başladılar. Mutlaka bu doğru yola tekrar dönülecektir. Hiç kimseye hınç beslemeyen ruhum, böyle söylüyor ve inanıyorum ki, doğru söylüyor.
"Hürriyete doğru” size bu yolda hizmet ettiyse pek bahtiyar olurum. Sevgiler ve başarı dileklerimle."
O’nun ölüm yıldönümünde, Sabahattin Eyüboğlu'nun 1961'lerde yazdıklarını okudum. Şöyle diyor Sabahattin Eyüboğlu, “Yücel" yazısında:
"Memleketçi insan. Memleketi de insanı da yeni Türkiye’nin gerçeklerine uygun olarak düşünürseniz, bu iki kelime size erken yitirdiğimiz, kadrini birçok değerlerimiz gibi sonradan bileceğimiz Hasan Ali Yücel'in kişiliğini özetler. Yücel, çağdaş aydının bütün sorunlarını memleket açısından ele alır, her düşünceye memleketinde uygulanabildiği ölçüde değer verir, bu yüzden dünya açısından düşünen dostlarıyla çatışır, dar görüşlü sayılmaya razı olurdu. Gündelik yaşayışında bile Yücel, ayağının memleket gerçeklerinden yurttaşlarının zevk ikliminden kesilmesini istemezdi... Yücel, ayağı kaydırılmak, arkasından vurulmak bahasına, daha kötüsü, gerçek dostlarını yitirmek bahasına, her insanın düşünce sofrasında içebiliyordu. O kadar ki Yücel, en sağcı ve en solcu düşünceleri bile, memleketçi olmak şartıyla hoşgörürlükle karşılar, nice aydınlarımızın düştüğü yersiz, memleket için yararsız bağnazlıklara, parlak da olsa verimsiz aşırılıklara düşmezdi.
Yücel bu memlekette, kelimenin cömert, su götürmez anlamıyla iş görmüş adamdır. Koşulların gönlümüzce olmadığı, koyunun kurttan ayrılmadığı, derdin de devanın da alacakaranlıkta göründüğü bir yerde iş görmenin, gereğince öğretmen, müfettiş, eğitim bakanı, yazar olmanın zorluğunu bilmeyen bilmez, anlatmaya çalışmak da boştur...
Bizim gömlek değiştiren yurdumuzda iş görmenin ilk şartı kendi kabuklarını kırmaktır. Kabuklarını Yücel'den daha çok kıran, ondan daha yeni düşüncelere ulaşanlarımız vardır, ama kendi kabuklarını kırmak başka, kendisiyle birlikte on binlerin yüz binlerin kabuklarını kırmak başkadır. Yücel, köşesinden konuştuğu zaman bile, bir köşe adamı değildi, orta insana, ortanın insanına seslenmek, onunla yan yana ilerlemek istiyordu. Bir kişinin atabileceği dev adımından çok, bin kişinin atabileceği insan adımlarını istiyordu Yücel...”
Sabahattin Eyüboğlu'nun güzel yazısı bu kadar değil, daha uzun. Bunu, "Köy Enstitüleri Üzerine” adlı yapıtından aldım...