Mantar tarlasında...

Falih Rıfkı Atay, 1950 öncesinde bakanlık da yapmış biri için:
‘Ekin iti' dermiş. Sevmiyor besbelli. Ekin itini de anlatırmış Falih Rıfkı; Ekin iti, yani köpek, ekin tarlasına girince, buğdayın saçakları burnunu, yüzünü, gözünü dalamasın, acıtmasın diye tarlanın içinden başını yukarı dikerek geçermiş. Geçtikten sonra da başı burnu yukarıda, havada gidermiş. Bu yüzden Falih Rıfkı, başı yukarılarda giden eski arkadaşına söylermiş, "ekin iti” yakıştırmasını...
Eskiler birbirlerini çok ağır iğnelemişler.
Falih Rıfkı da az iğnelenmiş değildir. Yusuf Ziya Ortaç anlatıyor: Ahmet Haşim, ayağında postallar, sırtında kaput, başında kabalak, Çanakkale cehenneminde askerliğini yaparken Falih Rıfkı, Suriye’de Cemal Paşa'nın yaveriymiş. Bir bayan, bir dost evinde Falih Rıfkı'yı sormuş:
—... ihtiyat zabiti midir? (yedek subay mıdır ?)
Haşim, Mefistofeles’i kıskandıracak kahkahalar atarak karşılık vermiş:
Hayır hanımefendi, operet zabitidir!
Ahmet Haşim’e de "Arap Haşim" derlermiş. Bir gün Ali Naci Karacan, Haşim’e “Arap Haşim” deyince, Haşim karşılık vermiş:
Aman beyefendi, bize Arap demeyi de artık Türklere bırak!'
Ali Naci'nin de arkadaşları arasındaki adı, "Acem”di.
"Ekin iti” sözünden nerelere gittim? Atatürk’ün yaverlerinden Salih Bozok, bir gün Atatürk’e Falih Rıfkı'dan yakınır:
Efendim, biz onunla aynı sofrada oturmak istemiyoruz! der. Atatürk, ona şu karşılığı verir:
Siz bir tiyatroya, bir kabareye gittiğiniz zaman, sahneye çıkan başarılı artisti alkışlarsınız, beğeninizi ortaya koyarsınız. Onun nasıl bir yapıda olduğunu düşünür müsünüz? Sizi ilgilendiren, o sıradaki başarılı gösterisidir. Benim için bir yazar da öyle... Benim düşüncelerimi yayıyor, yazdığını güzel yazıyor; beni o ilgelendirir...
Oktay Akbal'ın eline sağlık, son sıralarda yazdığı yazılar ne güzeldi? Kutladım kendisini. Sami Karaören'le, Oktay Akbal'la konuştum mu, kesinlikle Cahit Külebi'nin kulağı çınlar.
Son günlerde neden Gündüz Akıncı’yı düşünüyorum bilmem. Öleli üç yıl doldu, dörde bastı. Türk dilinin özleşmesine nasıl gönül vermişti. Hoşlanmadığı bir bayan için:
At gibi karı! derdi. Şimdi sağ olup, konuşsa:
İyi ki ölmüşüm! derdi sanıyorum...
* * *
Son çıkan “Sulandırılan Laiklik..." başlıklı "Ankara Notları”nda, Fehmi Yavuz'un konuşmasına yer vermiştim. Prof. Yavuz'un bakanlıktaki toplantıya ilişkin genişçe bir yazısı, yakında Cumhuriyet’te çıkacak. İlgiyle okuyacağınızı sanıyorum. 5 ocak günü yine Milli Eğitim Gençlik ve Spor Bakanlığı’nda eski müsteşarlarla yapılan toplantıda Hüsnü Cırıtlı ilginç bir konuşma yaptı. Cırıtlı, bakan Vehbi Dinçerler'e şöyle dedi:
Ben biraz samimi konuşmak istiyorum...
Tabii buyurun...
Cırıtlı, bakanlığın değiştirilen yapısı ile ilgili olarak oldukça ağır konuştu. Talim-Terbiye Kurulu’nun ortadan kaldırılmasına değindi. Atatürk zamanındaki örgütten söz etti. Talim-Terbiye Kurulu, yeni yasayla kurulan Yüksek Eğitim ve Öğretim Kurumu'nun sekreteryası durumuna getiriliyordu. Kurulun başkanı da sekreter olarak toplantılara katılıyordu. Kurul, başbakanın başkanlığında sekiz bakandan oluşuyordu. Bu, Cırıtlı'ya göre, bakanlığın dışında bir kuruldu, bakanlığın sorunlarına karşılık verecek bir kurul değildi. Daha çok siyasal ağırlıklı bir kuruldu. Bu durumda eğitimle ilgili kararlar boşlukta kalacaktı.
Toplantı bittikten sonra, Vehbi Dinçerler, Hüsnü Cırıtlı’yla konuşmak istedi:
Önemli bir noktaya değindiniz, dedi, ben içeride söylemedim tartışma açılmasın diye. Ancak, Talim Terbiye'nin yerine oluşturulan kurul, yabancı insanlardan oluşmuyor; ben de onların arasında varım, kurulun başkanı da ya başbakan, ya da onun göstereceği biri olacak. Ben bunda bir sakınca görmüyorum... Cırıtlı.
Beyefendi, dedi, bu kurul bakanlığın dışında bir kurul!
Dinçerler:
Önemli değil, diye karşılık verdi, ben onlara bakanlık için de bir oda ayırırım...
O, düzeltmez durumu, dedi Cırıtlı. Bakan, bakanlığın içinde bir oda ayırmakla, bakanlığın sorunlarına yaklaşılacağını mı sanmıştı?
Cırıtlı'nın gözlemlerine ilişkin bir yazısı, dünkü Cumhuriyet’te var. Vehbi Dinçerler'in, eski bakanlara, eski müsteşarlarla konuşmalar yapıp, onların görüşlerini alması çok kimsede bakanın iyi niyetli oluşunun bir simgesi izlenimi bıraktı. Toplantılardan sonra, Prof. Fehmi Yavuz, Hüsnü Gırıtlı, daha başkaları bu konulardaki görüşlerini "Öğretmen Dünyası" dergisine açıklamışlar; basının yeterince yer vermediği konuyu, "Öğretmen Dünyası" işlemiş...
* * *
Önceki gün, Ankara'nın yirmi beş kilometre yakınındaki Çubuk ilçesine gittik birkaç arkadaşla. Arkadaşlarım yüksek tarım öğretmeni. Orada bir mantar fabrikasını görecektik. Mantarı tarlada üretiyorlar sanıyordum, değilmiş. Mantar tarlasında değil, sanki bir fabrikadaydık.
Tarımın sanayileşmesi bu işte... dedi arkadaşım, Tarla balıkçılığı da mantar üretimi de böyle bir sanayileşme.
Gittiğimiz, "Mages Mantar işletmeleri" Çiftliği. Çiftliğin yöneticilerinden Faruk Nalbantoğlu, bölüm bölüm gezdirip bilgiler verdi. Bu çiftliği vaktiyle Ankara Ziraat Fakültesi profesörlerinden Celal Tarıman kurmuş. Burada, kenevir, haşhaş, kuşkonmaz yetiştirmiş. On yıl önce de bir trafik kazasında ölmüş. Çocukları, çiftliği yürütememiş, elden çıkarmışlar. Çubuk yöresi, nasıl da güzel! Pek duyulmadığı için uğrayan da az. Biraz kafa dinlemek için, aranıp bulunamayacak yerlerden. Mantar çiftliğini dolaştıktan sonra, Çubuk'un "Oba Lokantası”nda, çiftlikten götürdüğümüz mantarlardan oluşmuş öğle yemeği değdi doğrusu!