Mahallenin namusu...

“Mantara basmayın...’’ başlıklı “Ankara Notları”nın son bölümün de. Beşikdüzü Köy Enstitüsü öğrencilerinin balık avlayışlarını anlatmıştım. İnönü, bu olayı seyretmiş, çok duygulanmıştı. O enstitünün müdürü Fehim Akıncı, geçenlerde ölmüş. Haberim olmamış, olsaydı gitmek isterdim bu emekçi kişinin cenazesine. Rauf İnan anlattı, ölümünden önce, eşine şöyle demiş:
Hanım biliyor musun, yetmiş yaşından sonra Tanrı hesap sormuyormuş!
Şakacı bir kişiymiş belli. Beşikdüzü Köy Enstitüsü Müdürü Fehim Akıncı’yı tanımayı nasıl da istedim...
* * *
Fıkra değil, olmuş şey, Hasan Esat Işık anlatmıştı. Ressam Fikret Mualla, Paris'e yeni gittiği yıllarda, bir pansiyon odasında kalıyormuş. Hasan Esat Bey de orada, çiçeği burnunda diplomat. Fikret Mualla'nın kaldığı odanın karşısında, yanında genç kızlar da kalırmış. Bu Fransız kızları, zaman zaman genç delikanlılar, pansiyondan götürürler, dans edip eğlenirler, sonra getirirlermiş. Gençlerin, kızların evinde kaldıkları da olurmuş. Bu olay, Fikret Mualla'nın çok ağırına gitmiş doğrusu. Bir akşam, kızların odasına gelen gençleri iyice pataklamış. Karakola, oradan mahkemeye düşmüşler...
Duruşma günü, Fikret Mualla, mahkemeye tablolarını getirmiş, yargıca göstermiş. Yargıç, tabloları pek beğenmiş, Fikret Mualla'ya:
Peki, demiş, neden dövdün bu gençleri?
Mahallenin namusunu, bu kızların namusunu korumak için dövdüm efendim! diye karşılık vermiş Fikret Mualla, bizim geleneklerimizde vardır, ben de onu yerine getirdim...
Yargıç, kararını vermiş, Fikret Mualla'ya:
İyi bir ressamsınız, fakat iyi bir koruyucu (vasi) değilsiniz... demiş, oldukça ağır bir cezaya da çarptırmış...
Bu olaydan sonra herhalde, Fransız kızlarını korumaktan vazgeçmiş olmalı, Fikret Mualla...
1970'li yılların birkaç yılı içindeydi, Paris Büyükelçimiz Hasan Esat Işık'ı Bulvar Palas Salonu'nda oturur görürdüm. Sıkıntılı bir hali olurdu...
Hayrola beyefendi, ne oldu?
Yok bir şey, dinleniyorum...
Hay Allah, nasıl ağzından laf almalı? Onu, 1965'lerde Dışişleri Bakanı olduğundan beri tanıyorum; inceliğini, yakınlığını, insancıllığını biliyorum. Sabahın yedi buçuğunda kaldığı Yabancı Konuklar Köşkü'ne telefon ederdim, bir konuda aydınlanmak için. Dışişleri Bakanıdır, belki yeni de kalkmıştır. Hiç kırmadı:
Sayın Ekmekçi, buyurun Dışişleri Köşkü'ne görüşelim! dedi.
Hazırlanıp gittiğimde, sabahlığı üstünde, ayağında terlikleri sorularımı yanıtlamaya hazır bulurdum onu...
O saatte, bir yakınınıza gidemezsiniz, değil Dışişleri Bakanı'na. Böyle biri işte...
1973'te Hasan Bey'in Paris'ten valizini alıp gelişinin öyküsünü merak eder, zaman zaman sorardım.
Ermeni öç anıtları, daha önce Amerika'da dikilmişti. 1972’de Marsilya'da dikilmek istendi. Hasan Bey, o zaman Fransız Dışişleri'ne yazılar yazarak, bu anıtın dikilmemesi gerektiğini anlattı. Orada bir şey öğrenmişti. 1. Dünya Savaşı'ndan sonra, Fransızlar yenilen Almanların aleyhine çeşitli ağır sözlerle dolu bir anıt dikmişlerdi. 2. Dünya Savaşı'nda Almanlar, Fransa’ya girince bu anıtı yerle bir ettiler. Savaşın sonunda Almanlar yenilince, Fransızlarda, "Bu anıtı yeniden dikelim!'' diye bir eğilim beliriyor. Ancak, tartışmalar sonunda:
Ulusların birbirlerine kinlerini sonsuza dek sürdürmelerinde bir yarar yoktur. Büyüklük, bunları unutabilmektedir... deyip, yıkılmış anıtı yeniden dikmeme kararına varıyorlar.
Fransızları bu noktada yakalayan Işık, Fransızlara şöyle der:
Siz kendi düşmanlıklarınızı bile anıtlaştırmaktan vazgeçebilecek bir toplumsunuz. Nasıl olur da, ne derece haklı olduğu bilinmesi olanaksız başka bir ulusun husumetini anıtlaştırmaya topraklarınızı ayırırsınız?
Hasan Esat Işık'a bir yazı gelir, şöyle denir:
Böyle bir şeyin Fransa'nın dış politikasıyla bağdaşmayacağı İçişleri Bakanlığı'na bildirilmiş ve öç anıtının dikilmesinden vazgeçilmiştir...
Bir yıl sonra ise, anıtın dikilmesine izin verilir. Hasan Esat Bey, Dışişleri Bakanlığı’nın yazısını anımsatır. Buna şu karşılığı verirler:
Biz politikamızda ısrarlıyız, fakat bazı kimseler diyorlar ki, bu anıtlardan üç-dört tanesi Amerika'da da var. Türkiye, ona ses çıkarmıyor, "Amerika'yla baş edemem, ama Fransa'ya izin vermem!” mi demek istiyor? Fransa, ikinci derecede devlet olmayı kabul edemez, böyle diyorlar
Hasan Esat Bey ekliyordu:
Ben şuna inanıyorum ki, öç anıtları Amerika 'da ilk dikildiği zaman, Fransa ya gösterilen tepki gösterilmiş olsaydı, ne Amerika'da sayısı artardı bu anıtların, ne de Fransa'da dikilir, bunca diplomatımız da ölürdü!.
Türkiye'de belirli çevreler, Ermeni terörü üzerine, haklı olarak, doludizgin gidiyorlar da, nedense Amerika'da dikilmiş olan Ermeni öç anıtlarına değinmiyorlar. Oysa, Ermeni terör olaylarına yeşil ışık yakan, bu öç anıtlarıydı. Amerika'da biri New Jersey’de bulunan bu anıtlar yıkılmaya başlansın, Ermeni terörünün nasıl gerilediğini görürsünüz... İlk cinayet Amerika'da işlendi, ilk anıt orada dikildi. Halkımız ne güzel söyler: “Eşeğini dövemeyen semerini döver!" der.
Amerika'daki ilk cinayetlerden biri olan. Los Angeles Başkonsolosumuz Mehmet Baydar ile yardımcısı Bahadır Demir'i öldüren Ermeni terörist Mıgırdıç Yanıkyan’ın ölesiye hapis cezasına çarptırılmışken, yaşlılığı, hastalığı nedeniyle iki ay önce salıverilmesini bizim Dışişleri Bakanlığı bir bildiriyle kınadı, daha doğrusu üzüntülerini bildirdi, bana “yasak savma" gibi de gelse, iyi etti. Ancak, bunun altında yatan nedene değinilmedi. Bu olayın başkanlık seçimi öncesinde gerçekleştirilmiş olmasının anlamı vurgulanmalıydı. Türkler hoşgörülüdür, yaşlı birinin altmış gün önce bırakılması, Türk insancıllığını rahatsız etmez de, politik oyunların içyüzü rahatsız eder!.