Laikliğin Ölümü...

Ali Nesin ile Sevan Bedros Nişanyan’ın son durumlarını okurlar merak ederler diye yazıyorum. Salı günü, ikisinin de imzaladıkları şu telgrafı aldım:
"Mustafa Ekmekçi, Cumhuriyet Gazetesi, Ankara.
Yardımlarınız için sonsuz teşekkürler. Yakında görüşebilmek ümidiyle -Sevan Nişanyan ve Ali Nesin"
Telgraf pazartesi günü, Isparta'dan çekilmiş. Daha kışlalardaydılar. Terhis olabilmeleri için salı günü, savunman Veli Devecioğlu'nun, Milli Savunma Bakanlığı'na gitmesi, orada hukukçularla görüşmesi, tartışması, Isparta 58. Tümenine telsiz emri çıkarılmasını sağlaması gerekiyordu.
Bu yazı yayımlandığında. Ali Nesin ile Bedros'un arkadaşlarının çoktan "terhis" olup gittikleri askerlik ocağından ayrılmış olmaları çok olası.
Gazetecilik, yazarlık uğraşını seçtiğim için sevindiğim günler çok değil. Ama, kimi insanların mutluluğunu görmek, beni de mutlu eder. Bir uğraşı, gazetecilik görevini yerine getirdiğimi düşündüğümde keyiflenirim.
Olayımızda, Ali Nesin ile Sevan Bedros Nişanyan, birer simgedirler. Onlar gibi, daha pek çok insanın başına benzer olaylar gelmektedir. Belki de çoğu, basının bilgisinden uzak, çilelerini çekmişlerdir.
Sivil yaşamdaki olaylar hemen basına yansır da, konu askerlikle ilgiliyse, kıyısından da güçlükle yaklaşılır.
Bir emekli binbaşı geldi Cumhuriyet bürosuna. Resen emekliye ayrılmıştı. O konuda yalnız değildi. Askeri Yüksek İdare Mahkemesi'ne verdiği dilekçede açıkladığına göre, 1985 yılında, 3. Ordu bölgesinde 107 subay, sakıncalı sayılarak emekli edilmişlerdi. Bana anlattığına göre, teğmenden albaya değin emekliye ayrılan bu kişilerin çoğunun emeklilikleri de gelmemişti. Kendilerine bir suç da yüklenememişti. Emekli binbaşı D.D. bir haksızlığa uğradığını ileri sürüyor, hakkındaki kararın kaldırılmasını istiyordu. Davası reddedildi. Emekli binbaşı D.D. son yol olarak basına gelmişti. Yıllardır Cumhuriyet okuyordu. Onun, hatta başvurmayanların sorunlarını ele almak, benim görevim değil miydi?
Olayı, ayrıntılarıyla bana yazıp göndermesini istedim. Üzerinde duracaktım.
* * *
Haldun Özen şöyle dedi:
Benim çocukluğumun en güzel anılarından biri neydi biliyor musun?
Neydi?
Minarelerden Türkçe ezanı dinlemekti. ‘Tanrı uludur, Tanrı uludur' diye başlayan ezan sesini unutamam..
Çocukluğumuzda, minareye çıkar, Türkçe ezanı okurduk. Yaşlılar, ezan Türkçe okunduğu için mi, bizleri çıkarır, kendileri çıkmazlardı acaba? Ama müezzin Selahattin Bey, Türkçe okurdu. Minareye de pek çıkmazdı...
1950'de Demokratlar, ilk olarak Arapça ezan getirdiler. Atatürk'ün yıllarca okuttuğu Türkçe ezan, artık demokratların eliyle tarihe karışıyordu. Atatürkçüler, başta bu nedenle demokratları hiç bağışlamazlar. Demokrat Parti döneminde laiklik ayaklar altındaydı. Oy için buna gözyumdular. Kışkırttılar. Din sömürüsüyle, daha uzun yıllar iktidarda kalabiliriz sandılar. Atatürk gibi, İsmet Paşa'nın da en titiz olduğu, üzerine titrediği ilke laiklikti. O, elden gitti mi, toplumun nereye varacağı belliydi.
Celal Bayar'ın cenazesi İstanbul'da morgtan alınıp, uçağa götürüleceği sırada, eski millletvekilleri, toplananlar, cenazeyi tekbirlerle kaldırmışlar. Vali Nevzat Ayaz, "Yahu şunları ikaz edin, lüzumsuz yere bağırıyorlar’’ demek zorunda kalmış. Benzeri bir olayı. Mareşal Fevzi Çakmak'ın İstanbul’daki cenaze töreninde de görmüştüm. Kalabalık ‘tekbir" sesleriyle yürüyordu. Hemen yürüşten ayrıldım. Uzaktan izledim. Sonra çektim, gittim...
Bugün Türkiye'de savaşım verilecek başlıca konu, din sömürüsüdür. Bu konu üzerinde ne denli durulsa az gelir. Mustafa Kemal, el yazısıyla yazıp bıraktığı görüşlerinde şöyle der:
‘‘Din birliğinin de bir millet teşkilinde müessir olduğunu söyleyenler vardır. Fakat biz, bizim gözümüz Türk milleti tablosunda bunun aksini görmekteyiz.
Türkler Arapların dinini kabul etmeden evvel de büyük bir millet idi. Arap dinini kabul ettikten sonra, bu din, ne Arapların, ne aynı dinde bulunan Acemlerin ve ne de Mısırlıların ve sairenin Türklerle birleşip bir millet teşkil etmelerine hiçbir tesir etmedi. Bilakis Türk milletinin milli rabıtalarını gevşetti; milli hislerini, milli heyecanını uyuşturdu. Bu pek tabii idi. Çünkü Hz. Muhammed’in kurduğu dinin gayesi, bütün milletlerin fevkinde şamil bir Arap milliyeti siyasetine müncer oluyordu. Bu Arap fikri, ‘Ümmet’ kelimesi ile ifade olundu. Hz. Muhammed’in dinini kabul edenler, kendilerini unutmaya, hayatlarını Allah kelimesinin her yerde yükseltilmesine hasr etmeğe mecburdular. Bununla beraber, Allaha kendi milli lisanında değil. Allahın Arap kavmine gönderdiği Arapça kitapla ibadet ve münacatta bulunacaktı. Arapça öğrenmedikçe, Allaha ne dediğini bilmeyecekti. Bu vaziyet karşısında Türk milleti birçok asırlar, ne yaptığını, ne yapacağını bilmeksizin adeta, bir kelimesinin manasını bilmediği halde Kuranı ezberlemekten beyni sulanmış hafızlara döndüler..” (Atatürkçülük, 1. Kitap, Atatürk'ün el yazıları bölümü, Genelkurmay Basımevi)
Yazıda geçen Osmanlıca sözcüklerden bazılarının Türkçeleri şöyle: Rabıta: Bağlantı, İlgi; Fevkinde:Üstünde; Şamil: Kapsayan: Müncer: Varan; Kavim: Budun; Münacat: Yakarı, yakarış.