TBMM, bugün saat 15.00'te, “hac faciası”nı görüşmek için toplanıyor. Bu görüşmelerden bir şey çıkar mı, göreceğiz. Milletvekilleri, konuşmalarını yapmadan önce, hazırlıklarını yapmalıdırlar. Örneğin, uzun yıllar Suudi Arabistan'da çalışmış, olayları yansız bir gözle gözlemiş kişilerle, örneğin, günlerdir “Ankara Notları”nda serüveni anlatılan Gazi Eğitim Enstitüsü eski yöneticilerinden, öğretmen Aydın İpek’le, daha başkalarıyla konuşmalıdırlar. “Tempo" dergisinin 1988'de yayımlanan 6. sayısında çıkan “Arap Haremlerinde Türk Kadınları” yazısını okumalıdırlar. Hac dönemlerinde, kaçırılan hacı adayı kadınların durumlarıyla, milletvekili olarak, partiler olarak yakından ilgilenmelidirler. Bunlar yapılmadan "kutsal topraklar" edebiyatıyla, din sömürüsü yapıp, dağılacaklarsa, hiç toplanmamaları daha yerinde olurdu...
* * *
Aydın İpek, Suudi Arabistan'da geçen gözaltı günlerini anlatıyor.
"Biz gözaltındayken, bizimle birlikte, Suudlu bir profesör de yatıyor, adı Salman. Salman, ilginç bir adam; yemek getiren polis, Prof. Salman'a birtakım kâğıtlar veriyor, adam okuyor. Salman'ın kültürlü bir adam olduğu belli. Ancak, Salman'la birlikte konuşmalarımızda. Salman'a, Atatürk’ten söz ettiğim zaman, aynı biçimde bir tepki gösterdi; 'Zındık!' dedi. Bir on gün içeride kaldıktan sonra, bizi ziyaret etti, içeriye atan polis Adnan; daha doğrusu Komiser Adnan. O Suudlu biliyorsunuz; sakalım filan uzamıştı, on günlük sakalım vardı. Dedi ki:
Bir gereksiniminiz var mı? Sizi burada tutmaktan eza duyuyorum.
Bir ara, bizi Atilla ile birlikte bir araya koydular. Adnan'a dedim ki: 'Bir tıraş fırçası, diş macunu, iki; yemek yiyemiyoruz, yemekler çok pis. Gazete, kitap okuyamıyorum. Suudi gazetesi de olabilir, gazete istiyorum.’ Güldü, 'Okumayı seviyorsunuz!' dedi. Polisi çağırdı, söyledi; 'Bu adamlara diş fırçası, diş macunu, bu adamlara temiz havlu, gazete, varsa dergi alıp gelin, parasını da biz vereceğiz!' Böyle dedi. Gazeteler geldi, ‘Cumhuriyet’ gazetesi de gelmişti. Prof. Salman da Cumhuriyet'i görünce şaşırmıştı! ‘Bu gazete, krallıkla yönetilen bu ülkeye nasıl girer?' diyordu.
‘Normal yollardan giriyor’ yanıtını verdim. Gazetenin manşetinde o gün ‘20 bin ölü' diye yazıyordu. Sordu, anlattım; ‘böyle böyle, Meksika’da bir deprem olmuş, 20 bin kişi ölmüş, onun-haberi...' dedim. Sordu:
Müslüman mı bu ölenler?
Yoo, diye karşılık verdim, ‘insan!’
Yani Müslüman değil mi bunlar? O zaman boşver!.. Anlıyor musunuz, deprem olmuş, 20 bin kişi ölmüş. Profesör diyor ki, 'Boşver...' Güya, ölenler Müslüman olsaydı, ilgi gösterecekti. Gazetede, 'Elli yıl önce Cumhuriyet' köşesinde, Atatürk'ün resmi vardı:
Kim bu? diye sordu.
Atatürk.
Zındık! dedi. (Zındık. Tanrı'ya, ahrete inanmayan, demek.)
Yahu, sen bir profesör olarak nasıl bunu söylersin? Tanıman gerekir en azından Atatürk'ü. Atatürk olmasaydı, İslam gitmişti Türkiye'de.
Adam, tahrik edici birtakım şeyler soruyor. Ben de konuşacağım, o da içeriye raporunu verecek. Profesörden başka biz, o odada 33-34 kişi vardık, Yalnız Suudlu o vardı; onun dışında öbürleri, ya Hintli, Bangladeşli, ya Srilankalı, filan. Suudlu bir grup getirdiler, bir olaydan, hemen o gece salıverdiler. (Belki de, Suudlular, yabancıların arasında kalıp bilinçlenmesin diyedir, ne bileyim? öğrendiğime göre, Suud yönetimi her yıl gidilen 'hac' olayından da rahatsızmış. Gidenler, ne de olsa, ufaktan ufaktan halkı da bilinçlendiriyor olmalı...) Mr. Salman, Arap dili ve Arap yazısı profesörü, niye tutuklayıp oraya getirdiler, onu bilmiyorum. Beni ilk götürdüklerinde kaldığım bir hücre vardı; o hücre. ‘Kâbe baskını' sırasında kullanılmıştı. 1960 yılında. Kâbe’yi işgal ettiler biliyorsunuz. Silahlı bir grup yapmıştı. Günlerce işgal altında kaldı Kabe, iki tane Türk işçisi, yaralanma pahasına 'Kabe'yi işgalden kurtardılar. İşgalcileri de yakaladılar. Bizimle tutuklu olarak, bu Kâbe işgaline karışmış işgalcilere yardım etmiş Suud ailesinden biri de vardı. Suud ailesinden biri, hapiste ama, şöyle ayda bir, ya da haftada bir belki, eşiyle birlikte görüşebiliyorlardı. Onu, benim kaldığım hücrede görüştürmüşlerdi. Tutukevi şefi geldi, bana ‘Haydi çık, sen başka yere gideceksin' dedi; beni koğuşa, Atilla’ların bulunduğu koğuşa verdiler. Ben hücreden ayrıldıktan sonra, o hücrede Suudluyu eşiyle görüştürdüler."
Atilla'nın soyadı ne?
Şifa, Atilla Şifa. Antalyalı Şifalardan...
“Bir gün Atilla ile beni çağırdılar. Atilla'ya:
Seni suçsuz bulduk, dediler. 'İşinize gidebilirsiniz!’
Bu kez ben sordum:
Beni suçlu mu buldunuz?
Hayır, dedi, Mr. Aydın ‘seni de suçlu bulmadık. Ancak sen kitap okuyorsun. Çok kitabın var, evinde gördük. Kitap okuyan kişi, bizim için makbul kişi değildir. O nedenle, seni sınırdışı etmek zorundayız. Atilla’yı şirketine geri göndereceğiz. Seni de ‘Gevszat’a göndereceğiz... (Cevazat, sınırdışı etme yeri)’
Ne zaman göndereceksiniz beni?
En kısa zamanda göndereceğiz. Cevazat’a bugün göndereceğiz. En kısa zamanda da sınırdışı edeceğiz...”
Üç dört görevli Aydın İpek’i bir cipe bindirirler, ellerine kelepçe vururlar. O sırada iki polis tartışmaktadırlar. Biri, öbürüne:
Kelepçe vurmayalım. Haline baksana, mazlum adam, kaçacak değil, kaçsa nereye kaçacak? Biz yanındayız zaten.
Hayır arkadaş. Adnan “Kelepçe vuracaksınız!" dedi.
Cevazat’ta, müdürün karşısına çıkardılar. Müdür, polislere:
Atın, dedi, "dört numaralı koğuşa", 4 numaralı koğuşta, sınırdışı edilmek üzere bekleyen 500 kişi var. Odalar var, her odada 20-30 kişi kalmaktadır. Bir Türke rastlamak için boydan boya yürür Aydın ipek. Bulur da. Sonra, şirketinden yöneticiler gelir, onu uğurlamaya gelmişlerdir. Bileti her şeyi hazırlanmıştır. Arkadaşları üzgündür. Türkiye'ye döner...
19 Temmuz 1990, Cumhuriyet