Köylü çocukları yurt dışında...

Yakın köyden, hemşerimdi, adı Hasan Hüseyin Özkan, yirmi beş yıl önce, yaşı o yıllar yirmi var, yok. Kupkuru bilgisiz değil, Sanat Enstitüsü'nü bitirmiş, okumayı da seviyor...
Türkiye'de bize iş yok! der, kalkar Almanya’lara çalışmaya gider.
Bir Alman ailesinin adresini de alır ki, orada perişan kalmasın.
Trenden iner, vardığı kent Münih'ti belki, belleğimden çıkmış, yollarda gördüklerine elindeki adresi gösterir. Varır...
Kapıyı çalar; içeriden bir ses gelir Almanca:
Kimsiniz?
Hasan Hüseyin karşılık verir:
Atatürk!
Çıt! Açılır kapı. Hasan Hüseyin Özkan, içeri girer korka korka, elindeki mektubu verir, Alman aile, Türkiye’de bir süre kalmıştır, Türk dostlar edinmiştir. Hasan Hüseyin Özkan’ı hemen sofraya oturturlar. Hasan Hüseyin’e sormuştum:
Neden adını söylemedin de "Atatürk!” dedin?
Beni kim bilir abi, diye karşılık vermişti, bilseler bilseler Atatürk'ü bilirler diye düşündüm!
Atatürk, Hasan Hüseyin’e kapıyı açmıştı.
Sofrada bir de köpek vardı, cins bir köpek olmalıydı. Kocaman. Köpeğin de tabağına yiyecek konmuştu, Hasan Hüseyin’e önce çorba getirdiler. Ancak köpek, önüne konanı yemiyor, boyuna Hasan Hüseyin'e bakıyordu. Hasan Hüseyin’in de boğazından geçmiyordu bir türlü. İçinden:
Şu köpek bakmasa, yemeğimi yiyeceğim, diye düşündü durdu...
Hasan Hüseyin Özkan orada, yüksek okula gitti, Almancasını ilerletti. Türkiye’den giden işçi, köylü çocuklarına yardımcı oldu...
Ama, Hasan Hüseyin bir daha dönmedi Türkiye’ye.
Zaman zaman düşünür dururum; yurt dışında ekmek parası kazanmaya giden işçiler, bir gün yurtlarına dönecekler, burada köylerinden bile çıkamamış olanları uyandıracaklar, bilinçlendireceklerdi. Her köyde, kafasına geçirdiği tüylü şapkasıyla, köy odasına oturmuş, yurt sorunlarıyla ilgili görüşlerini açıklayan insanlar olacaktı. Konuşacaktı örneğin:
Sizler daha uyuyorsunuz! Demokrasi gibi var mı?
Bu gelişme olmadı. Demokrasi bilincinin gelişmesinde, görgüleri olanların katkıları gözle görülür, elli tutulur biçimde sergilenemedi. Belki yanılıyorum, bir ölçüde katkı olmuştur, ne bileyim?
Kur’an kursları, tutuculuk orada da buldu köylü çocuklarını. Okullara gitmeyenler çoğaldı...
Önceki gün çıkan "Ankara Notları"nın girişinde, Almanya’ya çağrılan, orada toplantılara katılan Türk yazarlarına değinmiştim. Gidenlerin tümü yurda döndüler. Şunlardı: Atalay Yörükoğlu, Kemal Demiray, Ferhan Oğuzkan, Talip Apaydın, Mehmet Başaran, İnci San, Özdemir Nutku, Emin Özdemir, Muzaffer İzgü, Tahsin Yücel, Alpay Kabacalı, Ali Püsküllüoğlu; Almanya'dan da Fakir Baykurt, Adnan Binyazar, Arif Gelen, İncila Özkan, Arif Gelen'le, İncila Özkan çevirmenlik yapmışlar.
Berlin’de, "Berlin Kültür Senatörlüğü"nün düzenlediği toplantının konusu, "Gençlik Yazını"ydı. Tartışmalar, Almanya’da, öbür Ortak Pazar ülkelerinde çalışan Türk işçilerinin çocukları için hazırlanan Türkçe okuma kitapları üstüneydi. Toplantı beş gün sürdü...
Toplantıya katılıp dönenlerden edindiğim izlenime göre, Almanya'dan çağrılan bilim adamı ya da yazarların, Almanların çoğu katılmamış. Birkaç kişi, göstermelik gibi gelmişler. Köln Radyosu, "Türk yazarlarla yeterince ilgilenilmediğini" haber bülteninde vermiş...
Toplantı, Berlin'in oldukça dışındaymış. Yazarlarımız kenti de şöyle bir görebilmişler. Kimi duvarlarda "Türkler dışarı!" yazılarıyla, "Türkler kardeşimizdir!" yazıları gözlerine çarpmış...
Gezdikleri bir okulda, Türk öğrencileri gözleyip, konuşmuşlar. Kimi Türk çocukları, Türkçe bilmiyorlarmış! Az da olsa, başörtülü kızlar göze çarpıyormuş. Örneğin beden eğitimi dersinde, bir kız, arkadaşlarının aksine, tepeden tırnağa kapalı giysiler içindeymiş. Çocuğa sormuşlar:
Sen de arkadaşların gibi olmak istemez misin?
İsterim ama, babam izin vermiyor! yanıtını vermiş çocuk...
Toplantıya katılamayan Erdal Öz’ün durumu, orada tartışılmış. Alman başkan:
Ortak Pazar ülkelerindeki toplantılara, işadamları, politikacılar, milletvekilleri katılıyorlar. Bizim buna bir diyeceğimiz yok. Ancak, yazarlar, bilim adamları da kendilerini ilgilendiren toplantılara katılabilmelidirler!
Toplantı beş gün sürmüş. Beşinci günün sonunda, yazarlarımız uçağa bindirildikleri gibi, Türkiye’ye gönderilmişler. Hiçbiri, süresini birkaç gün uzatıp, Berlin’i olsun şöyle doya doya gezip görememiş.
Yemekler sıcakmış filan ama, sarmamış bizimkileri. Bir kez yemekte, su yokmuş. Su yerine bira. Ekmek de yok...
Biz ekmek yemezsek olmaz! deyince, ertesi günü pide yaptırıp getirmişler...
Anladığım, bir bakıma işçilerimize, daha önce gitmiş köylü çocuklarına ne gözle baktılarsa, yazarlarımıza da o gözle bakmışlar işte!