Körlerin ‘Karacaoğlan’ı...

İsmet Paşa, 1970 öncesinde, Osman Köksal’a haber göndermiş, kendisiyle bir konuda görüşmek istediğini bildirmişti. Osman Köksal, Paşa’nın dediği saatte gitti. Paşa onu her zamanki inceliğiyle karşıladı.
Bak, dedi, bilirim senin ağzın pektir. Sana bir sır tevdi edeceğim. Bunu grubumdaki en yakın arkadaşlarıma bile açmadım. Bir süredir "laik okullar" üzerinde kuşku yaratılmak, laik eğitime gölge düşürülmek isteniyor. Bununla ilgili olarak da cumhurbaşkanı üzerinde birtakım haksız telkinlerin yapıldığına dair şüphem vardır. Senin cumhurbaşkanı hazretleriyle ilişkilerin çok iyidir. Bunu biliyorum. Gerçekten bu konuda sayın cumhurbaşkanına bir telkin yapılıyor mu? Ve bu yolda bir telkin söz konusu ise, etkisi nedir? Öğrenmek istiyorum.
Osman Köksal, bu olayı, gelişmelerini Mustafa Coşturoğlu’na anlatır, o da 1977 yılında, "Halkoyu" dergisinin on birinci sayısında yazar. Köksal, olayı şöyle anlatır:
Bunun üzerine doğru Cumhurbaşkanı Sayın Sunay’a gittim. Konuşma sırasında konuyu laik okullara getirerek "bu okullar üzerinde birtakım kuşkular yaratıldığını ve bu okullarda yetişen gençlere çok haksız olarak gölge düşürülmeye çalışıldığını..." anlatırken, Cumhurbaşkanı Sunay hemen sözümü kesti, “Ne haksızlığı?” dedi, anlatmaya başladı:
Bugünkü okullar, birer anarşi yuvası haline geldi. Bu okullardan yetişen gençlere memleket idaresi teslim edilemez. On yıl sonra bunların hepsi işbaşına geçecekler. Onlara nasıl güvenebiliriz? Hem biz laik okullara karşı imam hatip okullarını bir "alternatif” olarak düşünüyoruz. Devletin kilit mevkilerine yerleştireceğimiz kişileri, bu okullarda yetiştireceğiz... dedi. Bu hava içinde geçen görüşmemizi İsmet Paşa’ya ilettiğim zaman, İnönü:
Eyvah; bu adamdan da hayır yok... dedi ve düşünmeye başladı.
Mustafa Coşturoğlu’nun aktardığı olayın üzerinden 16 yıldan çok zaman geçti. Arada 12 Mart, 12 Eylül darbeleri oldu. Bugünkü kadrolara, din sömürüsünün nerelere vardığına bakıp İsmet Paşa'ya nasıl hak veriyor insan.
Radyoda, TV’de din sömürüsü alabildiğine sürerken, saygısızlık da artmaya başladı. Bir örnek: İstanbul’da yapılan "Uluslararası Sert Kabuklu Meyveler Toplantısı”nda, ilk kez Türkçe resmi dil olarak benimsenmiş. Haberlerde böyle diyorlar. Oysa Türkçe, yıllardan beri çeşitli toplantılarda "resmi dil”dir. Başka diller yanında, Türkçe de benimsenir. 1940'lardan beri bu böyledir. "Doğubilimciler" (oryantalistler) toplantısında resmi dil Türkçe olmuştur. Geçenlerde yapılan UNESCO'nun düzenlediği "laiklik" toplantısında da Türkçe resmi dildi. Bunların çok övdükleri, altı yüzyıllık imparatorluğa da saygıları yok. Bu aymazlığa kim düşmüşse düzeltilmeli.
***
Geçen hafta cuma akşamı, körler okulu öğrencilerinin oynadıkları “Karacaoğlan”ı seyrettim körler okulunda. Oyunun yazan Dinçer Sümer de gelmişi izlemeye, eşi Ülkü Sümer’le. Dinçer Sümer, çok duygulandı, gözleri yaşardı. Alkışlar üzerine sahnenin önüne çıkıp izleyicilere şunları söyledi:
Yirmi beş yıldır tiyatrodayım, tiyatro yazarıyım. Yurtiçinde, yurtdışında birçok ödüller kazandım. Ancak bu akşamki kadar duygulanmadım, kıvanç duymadım. Bu benim için en büyük ödül oldu...
Kör öğrencilerin, “Karacaoğlan”ı nasıl oynayacaklarını merak ediyordum, aynı okula, 21 martta, Veysel gecesine gittiğimde, bu oyunu sahneye koymak istediklerini, Dinçer Sümer’in izin verip vermeyeceğini bilmediklerini, okulun Müdür Yardımcısı Sema Kanbir söylemişti. Bir gün bir çağrı aldım, öğrenciler, oyunu oynamaya hazırdılar. Taa Beşevler'deki okula kalkıp gittim. Milli Eğitimden de konuklar gelmişti. Okul Müdürü Hasan Yıldırım, kısa bir konuşma yaptı:
Görme özürlü çocuklarımıza, masörlük, santral memurluğundan başka iş verilmiyor yaşamda, biz sanatçı yetiştirdiğimiz iddiasında değiliz, ancak çocukların yetiştirildiklerinde neler yapabileceğini size göstermek istedik... dedi. Dinçer Sümer’in oyununun bu konuda bir köprü olduğunu söyledi...
Oyunu izleyen konuklar, çocukları çılgınca alkışladılar. Kız erkek kör çocuklar, Dinçer Sümer’le bizi, kapıya çıkıp uğurladılar. Karacaoğlan’ı oynayanın, öbürlerinin çalımından geçilmiyordu.
22 mart günü, körler için kabartma harflerle, daktiloya geçirilen oyun, roller dağıtıldıktan sonra, bir hafta içinde ezberlenmişti bile. Çalışmalar, derslerin dışında yapılmaklaydı. Çocukları Sema Kanbir hazırlıyordu. Provalar, geceleri yapıldı. Bu arada, eğitsel çalışmaya da önem veriliyordu. Örneğin "Barakoğlu" rolünü oynayan İbrahim Elibal, kekemeydi. Provalarda kekemeliği gitti. İzleyenlerin hiçbiri, Elibal'ın kekeme olduğunu sezmedi. Sema Kanbir, oyundan sonra bilgi verirken şöyle dedi:
İbrahim Elibal, zaten bir "k"leri söylerken, bir de "c"leri bastırırken tutuktu, "İncebey” rolündeki Hasan Beşikçi, tik olarak sürekli kafasını sallardı. Ona, onu bıraktırdık çalışma sırasında. Bir öğrencimiz vardı, elini sürekli ağzına kapatırdı, onu unutturduk. Karacaoğlan rolünü oynayan Mehmet Ali Bakıcı’da tik filan yokken, çalışmalar sırasında tik gelişmeye başladı, göz kırpma, ağzını buruşturma filan... Son provalarda gözüme çarptı, kendisini uyardım, “Farkında mısın, tik geliştirdin!” dedim, "Evet öğretmenim, uykusuzluktan olsa gerek...” dedi. Bakıcı, oruçlu olduğundan, geceleri sahura kalkıyordu...
Rollerin dağıtımı da şöyleydi:
Karacaoğlan: Mehmet Ali Bakıcı, Senem: Lütfiye Kelleci, Delice Yunus: Abdullah Omuk (Abdullah Omuk, 30 yaşındaydı, o da çok başarılıydı. Öğrenciler içinde en yaşlı olanı. Bu yıl körler okulunu bitiriyordu). İncebey: Hasan Beşikçi, Güllüce Hatun: Nezaket Alabaş (Senem’in anası rolünde, o da güzel oynadı), Kemter: İrfan Bulut, öbür rolleri oynayanlar da şöyle: Zeki Özcan, Mevlüt Ceylan, Hüseyin Akkuş, Hüseyin Akbulut, Bülent Oduncu, Mustafa Devrim (oyunu izlemeye, Mustafa Devrim'in gören kardeşi de gelmişti. Mustafa Devrim ağabeyinden, fotoğraflarını çekmesini istiyordu, oyun başlarken; merak edip sonra sordum, yazık ki fotoğrafları çekememişti ağabeyi). Kızların adlarını da yazmalıyım: Güner Kurnaz, Gülsüm Güvez, Sevile Öztürk, Safiye Kayıkçı, Mehtap Düzyurt, Fatoş Kırbaş, Selma Yıldızhan, Semra Yıldızhan, Derya Erkal, Meryem Özkütük.
Oynayanların içinde, iki az gören vardı, Hüseyin Akkuş, bir de Mevlüt Ceylan. Mevlüt Ceylan'ın seçiliş nedeni, boş kaldığında okuldan kaçardı, onu hep garajlarda bulup getirirlerdi, rol verilince kaçmaz oldu. Çalışmalardan kaçmaya fırsat bulamadı. Kör çocuklar, az görmenin bile büyük bir avantaj olduğunu biliyorlardı. Aralarında tek tük, ışığı sezebilenler vardı. Işığı alıp görüntüyü göremeyen öğrenciler vardı okulda. Bir de “total kör" dedikleri, ne ışık ne bir şey göremeyenler vardı. Karacaoğlan bunlardandı. Kız oyuncuların tümü “total" kördüler. Sema Kanbir öğretmen, provalar sırasında sert çıktı, “Ya adam gibi çalışırsınız, ya tiyatroyu unutursunuz!" dedi, öğrenciler, dört elle sarıldılar oyuna...
Oyun için giysiler, Devlet Tiyatrosundan alınmıştı. Dekoru Sema Kanbir ile okulun resim öğretmeni Nevcan Bozkurt birlikte hazırladılar. "Efekt" de yine Devlet Tiyatrosundan sağlanmıştı. Çeşitli “hayır" kurumları yardımda bulundular. Karacaoğlan rolündeki Mehmet Ali Bakıcı, gerçekte özel olarak keman dersi alıyordu, rolü gereği saz çaldı, türkü söyledi. Dokunma, bir de kulakla, kimin nerede olduğunu kestiriyorlar, sahnede kimse kimseye çarpmıyordu.
Koridorda, herkes sağdan yürüdüğü için orada da kimse kimseye çarpmıyordu. Bir kör öğrenciye tuvaletin nerede olduğunu sordum.
— Koridorun sonundaki kapı! diye yanıtladı...
Koridorda el ele tutuşarak yürüyorlardı.
Bir kütüphaneleri var, ancak yeterli kabartma kitapları yoktu. Dört beş çocuk dışında tümü oruçluydu. Okulda mescit vardı, ancak çok azı namaz kılıyordu. Okulda 107 öğrenci vardı...
Öğrenciler, Karacaoğlan’ı, 24 mayıs akşamı Yenimahalle Endüstri Meslek Lisesi'nde de oynayacaklardı.