Korku Duvarı..

Hasanoğlan Atatürk öğretmen Lisesi'ndeki yangının üstüne neden kimse gitmedi, diye düşünüyordum. Gazeteler, okulun kalorifercisi Ali Bozkurt’un kalorifer kazanı patlamasında öldüğünü yazdılar. Ali Bozkurt sağır, dilsizdi. Sağır, dilsiz Ali Bozkurt’un cenazesi, okul önünde yapılan bir törenden sonra Karacahasan Köyüne götürülüp orada toprağa verildi. Törende Ankara Milli Eğitim Müdürü de bulundu. Okulun Müdürü yaptığı konuşmada, “Allahın büyük inayeti üstümüzde olduğu için zayiatımız büyük olmadı!” dedi. Bir ölü, yirmi yaralıyla atlatmışlardı yangını.
Ali Bozkurt da, Okul Müdürü gibi dini bütün adamdı. Okul Müdürünün zaman zaman camilerde vaazlar da verdiği söylenirdi. Ali Bozkurt işaretle konuşurdu öğretmenlerle. İşaretle, öğretmenleri beğendiğini belirtir, iki elini açıp baş parmaklarını kulak memelerinde tutarak kendi dilince sorardı:
— Siz öğretmenler, çok iyi insanlarsınız. Ama, neden namaz kılmıyorsunuz?
Müdür, beş vakit namazındaydı. Ali Bozkurt namazını kılıyordu.
Sağır, dilsiz Ali Bozkurt, okulun kalorifer işine değil de, yine okulun tavuklarına baksaydı, ne yangın olacak, ne kendi ölecek, ne de öğrenciler yaralanacaklardı. Çünkü Ali'nin asıl işi okulun tavuklarına bakmaktı. Sağır, dilsiz bir adam, kalorifer yakıp, bakmak gibi bir işi nasıl yapabilir? Ankara'ya Altındağ’a, Elmadağ'a gönderilip, kaloriferci kursundan geçirilmiş mi? Yooo..
Dört-beş yıl önce, MİSK’liler, okula doksan işçi almışlardı. Ali de bunların arasındaydı. Sonra okula, Ankara'da Milli Eğitim Müdürlüğü de yapmış olan Musa Okay Müdür olarak atandı. Uyanık bir kişiydi. Buralara partizanca atanmış işçileri ayıkladı. Ali Bozkurt’u da, okulun ineklerinin çobanlığına getirdi. Atatürk Öğretmen Lisesi, eski Köy Enstitüleri’nden beri, uygulama olanakları olan bir okuldu. Bu nedenle, inekler, tavuklar da beslenirdi. Bu okullar, Türkiye'de yer yer kapanmaya başlandı. İnekler satıldı. Ali Bozkurt’a yalnız tavuklara bakmak kaldı. Sonra, Müdür Musa Okay ayrıldı. Şimdiki Müdür geldi. Müdür, tavuklara bakan Ali Bozkurt’u, kalorifer işçiliğine getirdi.
Bir saniye burada duralım; tüm sorumluluk, ölen, üç-dört çocuğu yetim kalan sağır, dilsiz Ali Bozkurt’un mudur?
Fransa'da yeraltında madende çalışan Türk İşçilerinden biri anlatmıştı. Fransızcayı, önemli bazı sözcükleri bilmedikleri için, canlarından olanlar vardı. Fransız mühendis, Türk işçiye göçüğü haber vermek için, “attention!” (dikkat) diye bağırmıştı. Türk İşçi gülerek başını çevirmiş, hızla kaçacak yerde durup bakmış, canından olmuştu.
Sağır, dilsiz Ali Bozkurt’un iş bulup çalışması, hatta yasalara göre çalıştırılması gerekir. Ancak, onun çalışacağı yer kalorifer kazanının olduğu yer midir? Okulun kapısında dursa, daha az zarar doğuracak işlerde çalıştırılsa iyi olmaz mıydı? Yazık değil mi Ali Boskurt’a, yaralanan öğrencilere?
***
Gazeteci Ülkü Arman, İstanbul’da hasta yatıyormuş. Selçuk Altan da Ankara’da geçirdiği beyin kanaması sonucu, Ankara Tıp Fakültesi Hastanesinde yatıyor. Doktorlar, içeriye kimsenin girmesini istemiyorlarmış. Ama, “arkadaşıyız” diye dalıyormuş herkes. O yasağa da uymak isterim. Arkadaşıma zararlı olacaksa, görmeye gitmem.
Ülkü Arman, “Ulus”’da “Yurt Köselerinden” başlığıyla, izlenimler yazdığım yıllarda Yazı İşleri Müdürü'ydü Ulus'un. Selçuk'la, “Öncü”de birlikte çalıştık. Ayrı gazetelerde de çalışsak, gönüldeşliğimiz hep sürdü. Basının kahrını yaşayanlardandır Selçuk. Sonra, TRT'ye geçti. Kıyıma uğrayanlar arasına katıldı. Beyin kanaması belki de üzüntüden oldu. Teoman Erel de, yeni bir göz ameliyatı geçirecek. O, Göz Bankası'nda yatıyor. Gidemedim bir türlü.
Refik Erduran Ankara'ya gelmiş. Nerede kaldığını söylememiş. “Yine ararım” demiş.
“Tütengil'e Saygı” kitabi çıktı. Güzel bir çalışma. Kitabın girişinde, Tütengil'in bir iletisi (mesajı) var. Şöyle diyor Tütengil iletisinin bir yerinde:
“İnsanları ve toplumları mutlu kılmanın ölçüleri çağlarla birlikte değişiyor. Günümüz toplumlarında mutluluğun ölçüsü insanı her türlü korkudan azade kılmak olmuştur. Bu sonuç, mihneti göze alan aydınların sayısı arttıkça bir özlem olmaktan çıkıp gerçekleşir. Yeter ki aydınlar “Korku Duvarı”nı geride bırakmış olsunlar.”
Emin Özdemir “Yazı ve Yazınsal Türler” adlı yapıtını imzalarken, “Yazı dünyasında kendiceliği olan bir tür yaratan Mustafa Ekmekçi'ye içten sevgilerle” diye yazmış. Çeşitli yazı türlerini anlatıyor, “Fıkra”yı anlatırken şöyle demiş:
“Günümüzde gazete fıkracılığının yeni boyutlar kazanması, makale ve denemeye örgü kimi nitelikleri kazanması bir bakıma toplumsal yapımızdaki gelişme ve değişmeyle açıklanabilir Okulların bilme, öğrenme isteklerini karşılamak istiyor günümüzde fıkra yazarı; onları bilinçlendirmek, düşünsel gelişimlerini hızlandırmak amacını güdüyor. Böylece klasik fıkradan birçok yönüyle ayrılan yorumsal yönü ağır basan bir yazı türü oluşmuş oluyor. Örneğin eskiden günlük yasamın türlü olayları, toplumsal ve siyasal sorunlar fazla derinleştirilmeden güler yüzlü bir anlatımla ele alınır, bunlara da fıkra denilirdi. Sözgelimi eski gazetelere bakılsa bunlarda yer alan birçok fıkraya bugün aynı ad verilmez. Bir Aka Gündüz’ün, bir Va-Nu’nun, bir R. Cevad Ulunay’ın, bir Burhan Felek’in fıkraları çağdaş fıkra anlayışının çok gerisinde kalmıştır. Çağdaş fıkracılığın en güzel örneklerini ise İlhan Selçuk, Uğur Mumcu, Mümtaz Soysal, İlhami Soysal, Emil Galip Sandalcı, Oktay Akbal, Ali Sirmen… gibi yazarlarımız vermektedir…
Sık sık yineleyeceğimiz gibi yarınsal türleri, yazıları kesin, değişmez kalıplar içine oturtmak güçtür. Fıkralar köşe yazıları için de böyledir bu. Nitekim M. Ekmekçi'nin yazılan da köşe yazısıdır. Ancak kendiceliği olan, değindiğimiz örneklerin dışında ayrı bir yapısı vardır.”