Olayı çocukluğumda değil, ileri yaşlardayken duydum. Halalarımdan biri, genç kızken kendini asmış! Adı, galiba Meryem’miş. Olay da adı da evde geçmez, konuşulmazmış. Olay, şöyle olmuş:
Meryem Halam, babamın büyüğü, Hadim’in Hocalar köyünde, gençliğe yürüyen bir kız. İlçeden bir delikanlıyla, köyün çeşme başında birlikte görülmüşler mi, ne olmuş; görenler, dedikoduyu yaymışlar mı? Çeşme başında ne olacak ki? Köylük yer işte. Bir sabah gencecik kız, gir sen ahıra, iple as kendini! Babam görmüş ablasını, ipte sallanan. Ne bilsin? Anasına seslenmiş:
-Anaaa, demiş, abam bana bakıp bakıp saklanıyor!
Gelip bakmışlar ki kız foranda asılı! Mustafa dedem, çok üzülmüş. Kızının, kendisi duyar diye, baba korkusundan kendini astığını düşünürmüş:
-Ah, çocuğum, demiş. Seni istediğine vermeyip de kime verecektim? Çevresine de “Neden bana gelip açmadınız konuyu?” diye çıkışmış...
Köylük yerlerde öyledir. Dedikoduları da acımasızdır. Kendini asan halamı, bir sevginin, toplumun kurbanı olarak düşünürüm. Onun için kız çocuklarına daha çok önem vermek isterim...
Deniz Başaran’ı da 3 Ağustos 1989'da yitirmiştik. Deniz de adını bile iyi anımsayamadığım halam gibi “Hoşça kal dünya” deyip gitmişti. Birkaç satırla “Ankara Notları"nda değinmiş, acılı Mehmet Başaran’la eşine başsağlığı dilemiştim. Mehmet Başaran, Deniz Başaran'dan kalanları, “Hoşça Kal Dünya” adıyla hazırladı. Kitap, Cem Yayınları’nda çıktı. Kitap, Vedat Günyol’un, "Bir Güzel Deniz Vardı" başlıklı yazısıyla başlıyor. “Yaşam Kırıkları” başlıklı anılarında Deniz, şöyle giriyor söze:
“2 Aralık 1955 cuma günü öğle üzeri doğmuşum. Babam, yeni atandığı ile gitme hazırlığındaymış. Yani, daha ben doğarken bakanlık beni babamdan ayırmış. Doğduğum yer, Edremit kasabasının Çamtepe yamacında iki katlı bir ahşap ev. Sesim, daha doğrusu ağlayışım, evin içinden, akan “bol pınarlı” İda sularının sesine karışmış. Ben biraz o akan sular olmuşum işte..."
Şiirler yazıyor Deniz, ama yayımlayamıyor, korkuyor. Yazar olmak istiyor; bir giz gibi saklıyor bu hevesini. Babası Mehmet Başaran’la arasında bir “giz". Başaran, “Yazıp yok ettiği birçok şiirden nasılsa bende kalanlar..." demiş kimine. Bunlardan “Avuntu" başlıklısı şöyle:
"Uykun kaçarsa / Uçurumun kıyısından / Bir şiir yakala / Avunursun".
"Siz Nasılsınız” başlıklı şiiri:
“Bugünlerde ben / Kendime ağır geliyorum / Yıkıverip acıları / bir köşeye / sevinçler döşeniyorum / yalnızlıkları aralayıp / sevgiler yükleniyorum / siz nasılsınız."
Bir başkası:
"Ana, / Ağlama, ne çıkar ben ölürsem, / o ölürse, biz ölürsek, / tasalanma ana, / ölmek, / o kadar korkunç değil / korkmuyoruz I bağımsızlığımızı satarak yaşamaktansa / onun yoluna ölmek istiyoruz."
Deniz Başaran, ekonomi okudu; ama asıl sevdiği yazın dünyasıydı; yazarlıktı. Bir ara Cumhuriyet’te, düzeltme bölümünde çalıştı. Onu da bir yazıyı düzeltirken, kendisinden öğrenmiştim:
-Ekmekçi amca, ben Başaran'ın kızıyım. Adım Deniz, şimdi burada çalışıyorum! demişti.
-Aaa, çok sevindim Deniz Başaran’a selam söyle!
-Bir dakika, ben yazımızı bulayım da düzeltmeyi yapayım!
Birkaç yol karşılaştık böyle.
12 Eylül’ün civcivli günleri. Mehmet Başaran, bir yazıma bozulmuş besbelli. Deniz İsveç'te o zaman, babasına yazdığı mektupta, bir yerde şöyle diyor:
"...Ekmekçi Amca’nın yazısına bozulmadım. Bir gerçeği açıklıyor. Her zaman yazılarını severek okurum."
Hangi yazımdı acaba, arasam bulurum. Başaran’a sordum:
-Hani, benimle ilgili bir yazı yazmıştın ya, onu söylüyor! dedi...
Gazetecilik uğraşı öyledir, kimileyin yazdıklarından, kimileyin de neden yazmadıklarından sorumlu tutulurlar. Ruhi Su, ölümünden önce söylemiş:
-Çok kişi kızar Ekmekçi’ye, ama onun tadı başkadır! demiş...
Deniz’in ablası Filiz Başaran, Ankara'da Urart'ta sergi açtı. Gittim. Sergi, 22 nisana dek açık kalacaktı. 17 Nisan, köy enstitülerinin kuruluşunun 50. yılı. O gün de açık olacak. Urart'ın girişinde. Deniz çarpıyor gözüme. Mavi saçlar, bu Deniz'dir. Filiz, sergide Deniz olmuş boydan boya. Gidip görün sergiyi. Denizi yaşar, yaşatırsınız. Kitabı da okuyun. Genç yaşında, aramızdan ayılmaya karar veren bir yazıncıyı tanımış olursunuz. İçimden geçiyor, dedemin halam için dediği gibi:
-Çocuk, neden yaptın bunu?
Bir söz, galiba benim; belki başka birinindir de, belleğimde kalmış benimsemişimdir:
-Ölürsen, geçemem kapınızın önünden! derim. Bunu, Yaşar'a da söyledim:
-Ayyy, çok sevdim bu sözü dedi, Altındağlı Kürt kızı Yaşar! Bunu yazacağım defterime...
Filiz’in Urart’taki sergisinde, köy enstitülü Ali Yılmaz, Talip Apaydın, Dursun Kut, Ali Yüce de vardılar. Mahmut Makal, Sanat Kurumu'ndaki toplantı nedeniyle gelememişti. Anadolu dergisinin yazı işleri müdürü Abdülkadir Paksoy, derginin ikinci sayısını verdi sergide. Derginin yönetim yeri: İnkılap Sokak 27/2, Kızılay-Ankara; derginin asıl adı: "Anadolu Ekini”, yani "Anadolu kültürü”. Adnan Binyazar, ilk sayı için şunları yazmış:
"Dergi sevimli olmuş. Güzel adları bir araya getirmişsiniz. “Anadolu" güzel bir ad. “Ekin”i ikinci planda tutmanız da iyi. Yalnızca "Anadolu'’ daha vurucu. Umarım gücüm yeter de bir gün o güzel arkadaşlar arasında ben de yer alırım. İsmail'i (Gümüş) çok özledim. Sorun da anlatsın size bazı şeyler. Yüreği sevgi yüklü Anadolu kullarından biri de odur. Ne güzel değil mi, Anadolu'da "kul'' olmak!
Ali Yüce, yeni kitabını verdi, sergide. Kitabın adı: “Taş Tanrılar”. Şiirlerini toplamış kitapta Ali Yüce. İmzalarken, şunları yazmış:
“Sevgili Ekmekçi,
Duydum ki Türkiye'ye gelmişin. Çok sevindim. Hoş geldin. Ülkemizde kaç gün kalacaksın? En içten sağlık ve esenlik dileklerim ve sevgilerimle."
Ali Yüce’nin attığı taşı anlamaz olur muyum? Şimdi, Güneydoğu’da, Cizre'lerde olacağım. İnsan Hakları Derneği Başkanı Nevzat Helvacı, Yönetim Kurulu üyesi Hıdır Oktay'la birlikte. Alman gazeteci, yazar Günter Wallraff, serbest Alman gazeteci Barbara Munsch, Alman WDR görevlisi Osman Okkan da bizimle birlikte.
27 Mart 1990, Cumhuriyet