Kokmuş sularla içilir...

Pazar günü, sabah erkenden, "Ankara Notları”nı yazdıktan sonra maça gittim. Dışarıda, “basın" yazan yerdeki polis memuruna kartımı gösterdim.
Basın.. geç... dedi.
Dışarısı tıklım tıklımdı. Demirlerin arasından geçerken, biri karşıdan geliyordu, görevliye:
Ben yukarı çıkmak istiyorum... dedi.
Çık… diye karşılık verdi o da, yandaki demir alanın kapısını açtı. Düşündüm, herhalde aşağıda yer yoktu, ben de ona uyup yukarı çıksam? Döndüm:
Ben de yukarı çıkacağım!
Kapıyı açtı şişman adam, çıktım. Yukarıda ancak bulutlar görünmekte. Ne yapsam, haydi yeniden aşağıya inmeyi denedim. Şişman adam:
Seni almıyorum artık! dedi.
Neden? basın değil mi?
Basın masın almıyorum Allah Allah!
Ne diyeceğimi şaşırırım böyle anlarda. Sustum. O:
Haydi geç! Dedi. Geçtim. İçeri girdim, orası da ana baba günü. "Basın” diye yazıyor girişte ama, hiçbir gazeteci göremedim. Oyuncuları da göremiyorum. Tribünlerde Beşiktaşlı seyirciler sloganlı bağırışlarla varlıklarını göstermeye çalışıyorlar. Biraz biraz ilerledim. Spor yazarlarına ayrılan yerler ayrıymış, yukarıda. Peki, benim girdiğim yer, basının nesi? Niye hiç gazeteci yok orada.
Alanın içinde, tellere yaslanmış taşın üstünde oturan Vedat Dalokay'ı gördüm:
Vedat Bey... dedim, kendi sesimi kendim de duymadım. O sırada arkamdan bir ses:
Çök dayı, çök dedi. “Göremiyoruz!" diye bağıranlar vardı.
Çekil dayı göremiyoruz! Başımda kasketim var diye mi “dayı" olmuştum? Biri, daha "çök" deyince, “basın" karşılığını verdim.
Kartını görelim! demez mi?
Peki, ben sizin karimizi göreyim!
Ben sizi tanıyorum, dedi, siz spor yazarı değilsiniz, Mustafa bey değil misiniz?
Peki siz kimsiniz?
Söylemem, sonra yazarsınız!
Birinci yarı dolmadan, kendimi dışarı atmak istedim. Çıkmak isteyene de yardımcı olmuyorlardı gibi geldi...
Dışarıda, görevliler, yaklaşanları kovalıyorlardı. 19 Mayıs Stadyumunun duvarında, İsmet İnönü'nün 15.2.1936'da söylediği şu sözleri okudum:
"Türkiye'yi idare edenler stadyumu en kıymetli mektep gibi her yerde kurmaya çalışacaklardır. Türkiye'nin istikbalini idare edecek olan genç nesil açık havada açık meydanlarda yetişecektir."
İçeride gözlediklerim, hiç de İsmet Paşa’nın dediklerine uymuyordu. Spor, bir çeşit kazanma, ya da kumar demekti Bencillik demekti…
Oradan meclise gittim dışarıda in cin yok. Meclis kulisleri bekleyiş havasında. Halkçı Partilileri, tedirgin gördüm. Onları kara kara SODEP düşündürmekteydi SODEP'lilerin heyecan içinde olduklarını biliyordum. Ne zaman yapılırsa yapılsın, yerel seçimlere girebilecek durumdaydılar...
Meclis Başkanlık Divanı'nın oluşması güzel bir şey; meclisten uçar gibi çıktım. Resim sergileri açılıyor kaç yerde; Leonardo'da Ramadan Tuzcuoğlu'nun sergisini. Mi-Ge'de Cemal Tollu resimlerini gördüm. Mi-Ge'de, Şefik Bursalı'yla konuştuk Erhan Karaesmen'le birlikte. Mehmet Güler yoktu; onunla bir akşam yemek yiyeceğiz. “Kadın" konusunu unutmadım. Şefik Bursalı, Van Gogh'un şu sözünü söyledi:
Bir sanatçının resminde zeka varsa, o resimdir...
Aziz Nesin'i konuştuk Bursalı’yla. Yıllar önce, bir sergisini gezen Aziz Nesin ona:
Bu peyzajınızın nabzı atıyor! demiş...
Çocuklarımıza sanatı, sanatçıyı sevdirmek gerek. Stadyumda kararan yüzüm, sergide düzeliverdi. Sanat, insanı insan eden şey. İnsan da, insanın iyisi de tüm güçlükleri, tüm kötülükleri yener. Ankara'nın Çinçinbağları gecekondusunda söylenir. Bir söz var, onlar:
Öyle iyi insan ki, kokmuş sularla içilir! derler.
Çirkin ile bal yenmez, güzel ile taş taşı... gibi bir söz...
Tüm bencillikleri, çirkinlikleri, temizler, arıtır demek. Bu da eğitimden, sanat eğitiminden geçer. İnsana, sorumluluk, yardımlaşma bilinci aşılar. Demokrasi de, böyle insanların elinde kökleşir...