Kızın Adı Fadik...

Hacı Turgut Bey. Strasbourg’da hiç inandırıcı görünmedi, dişe dokunur soru sorulmamasının nedenlerinden biri de bu muydu? Avrupalılar:
— Soru sorsak, sıkıştırsak ne olacak? Ne söylese, inandırıcı bir yanıt alamayacağız ki; şimdiye dek söylediklerini de yaptıklannı da biliyoruz. Soru sorarak niye çenemizi yoralım, zamanımıza yazık değil mi? diye düşünmüş olabilirler mi?
Konuşan kişinin, hele uluslararası bir kürsüde konuşanın içtenliği, sözcükleri seçişi önemlidir. Konuşma bittikten sonra eşine dostuna:
Nasıldım, ama iyi oturttum değil mi? gibisinden bakması bile yanlıştır. Hacı Turgut Bey'in konuşma biçemini, yapısını Avrupalılar bilmiyorlar mı? Kimse merak etmesin, bizlerden iyi biliyorlar. Bunu, Avrupa Konseyi'nde, Hacı Turgut Bey'den üç-beş gün önce gittiğimde yerinde gözledim. Hiç inanları, güvenleri yok! İngiliz Richard Balfe şöyle demişti:
Biz ne zaman toplumsal konuları gündeme getirsek, hükümetiniz, ekonomik konuları gündeme getiriyor, hep böyle oluyor...
Hacı Turgut Bey'in son gezisinde de öyle oldu. Adamlar 141-142'yi soruyorlar, o, “zamanlamaya” bırakıyor. Ne zaman? Belli değil. 141-142'den ceza alanlar, biraz yatsınlar bakalım, öyle! Ya da:
Daha dur bakalım, Avrupa'dan gelen 88’lik Mehmet Bozışık, cezaevine konup yargılansın, biraz "dal”da sürünsün, öyle!
“Zamanlama"nın iler tutar yeri var mı? Bir gazeteci arkadaş şöyle dedi:
Öyle deme, ANAP içinde dengeleri düşünmek zorunda; 141-142'yi kaktıran kişi olmak istemiyor...
O zaman, bunu böyle söylesin. “Başım darda" desin.
Hayır, onu da demez, diyemez, işine geldiğinde konuşmak, işine gelmediğinde susmak bilinen huyu oldu artık. Bir politikacı böyle olmalı mıdır? Cüneyt'e sordum perşembe günü:
Meclise gidecek misin? Gensorular var...
Gitmeyeceğim, ne olacağını biliyorum. Nasıl olsa reddedilecek gensorular!
Türkiye’de böyle her şey bilinir duruma gelince tadı, tuzu da kalmıyor hani.
Meclise gittim, çoktandır gitmiyordum; gerçekten tatsızdı. Milletvekilleri yaşlanmışlar, yorulmuşlar gibi geldi, içimden, “Bu Meclis değişmeli" diye geçirdim. Heyecanı kalmamış...
Turgut Bey, Kâmuran İnanla Ali Bozer'in arasında oturuyor, yüzü kararmış mı ne? Soğuk soğuk bakıyor insanlara; o da yorgun, öbür ANAPlılar gibi. İki saat izledim, seyrettim de bir kez olsun gülümsediğini görmedim. Sayrı gibi geldi. Belki de Avrupa Konseyi'nin etkisi altındaydı; başarısız gezisinin... Tuttu, bir de fizik bilgini Einstein'ı Türkiye'ye getirdi, hiç yoktan! Hinthorozu Erdal Bey, gazetecilerin sorusu üzerine şöyle deyiverdi:
...Sayın Özal, bizi insan haklarına uymuyoruz diye eleştirenlere, 1933 yılında Hitler rejiminden kaçan Einstein'ın önce Türkiye'ye geldiğini, oradan Amerika'ya gittiğini ifade ediyordu. Ben bu konularda biraz çalıştım, bilirim. Einstein Türkiye'ye gelmedi; sadece mektup gönderdi; o doğrudan Amerika'ya gitti...
Şimdi, kişi düşünüyor; durup dururken böyle olmanın gereği var mı? diye. Ama huy işte, ne yaparsın?
Hasan Cemal, “Özal Hikâyesi" adlı yapıtında, uzun emek sonucunda, bir “Özal fotoğrafı'' ortaya çıkarır. Yurtdışı gezim boyunca eğlenerek okudum kitabı. Hasan Cemal, benim görmediğim birçok gazeteyi, dergiyi, kitabı okuyup saklamış; çok kişiyle konuşmuş bu fotoğrafı ortaya çıkarmak için. Kitabı okuyup bitirince, “Bizi kimler yönetiyor?" diye düşünecek sokaktaki yurttaş...
Bir Einstein geldi Türkiye'ye. 1970'lere doğru, sanıyorum DSİ’nin konuğu olarak geldi; o da fizikçiydi, ünlü bilgin Einstein'ın oğlu "akarsuların çökeltileri'' konusunda inceleme yaptı. Onu DSİ’de mühendis olarak çalışan Daver Kazak gezdirdi. Daver de Türkiye'nin Einstein’ı denecek denli kafalı biriydi. Olasılık hesapları konusunda üstüne yoktu, söylediğine göre ilgililer. Einstein adından ürktüklerinden:
Bu adamı gezdirse gezdirse Daver Kazak gezdirir, demişler, o da Türkiye'de çeşitli yerleri gezdirmişti.
Kendi kendime düşünüyordum:
Acaba Hacı Turgut Bey, 1970lere doğru Türkiye'ye gelen bu Einstein'ı duydu da ünlü fizik bilgini Einstein’la karıştırdı mı? diyordum.
Her neyse, 1933lerde, bir dolu Yahudi bilim adamı, Türkiye’ye sığınmışken, en haklı olduğu bir konuda, işleri karıştırıp bir çuval inciri berbat etmenin ne anlamı vardı?
ILO'da da uyanlara karşın, sendikalar yasasını bir türlü çıkarmadı; sendikal hakları vermedi. Grevler, işçiler perişan olana dek sürdü durdu. Bunda iyi niyet aranamazdı.
Çankaya'ya çıkacak! Çıkınca ne yapacak! İsmet Paşa sağ olsa ne derdi?
Ne yapacak? Şimdiye kadar ne yaptıysa onu yapacak?
Kafasına çoktan koymuştu Çankaya'yı; artılar eksiler, şunlar bunlar... Tümü bahane. Daha önce de yazmış mıydım, Haa Turgut Bey, “Ya herru, ya merru"cu diye... Halk söyler:
Kızın adı Fadik, öyle de battık, böyle de battık! diye.
Ülke batmış: iktidarda, halkın karşısına çıkacak yüz ne kalmamış, daha ne yapsınlar isteniyor ki?
Hacı Turgut Bey, son günlerde gazetelerde kendisiyle ilgili olarak çıkan haberleri, yorumlan düzeltiyor. Açıklamalar, “tekzip"ler gönderiyor. Bu da mı Çankaya yolculuğunun belirtisi? Kenan Bey de açıklamaları, düzeltmeleri seviyor çünkü. Ali Baransel’den açıklamalar okuyoruz sık sık, "Sayın Cumhurbaşkanımız filan yazıya çok üzülmüştür” gibisine. Neden böyle? Anlamak güç.
Meclis toplantısını izlerken Uğur Mumcu'yu da görüverdim; Vuralhan olayı, yüzülüp yüzülüp kuyruğuna gelmişti artık, Rapor hazırdı, ancak Hacı Turgut Bey bunu açıklayacak mıydı, açıklamayacak mıydı? Sorun buradaydı.
Vuralhan olayını inceleyen büyükelçi düzeyinde üç uzman, daha işe başlar başlamaz, şaşırıp kalmışlar mıydı? Ercan Vuralhan'ın, Dışişleri Bakanlığı görevlisi olarak değil; Milli Savunma Bakanı olarak, bir işleminin karşısında kalakalmışlar mıydı? Neydi o işlem? Rapora girdi mi o olay? Rapor açıklansın hele bir, görelim...