Kitap...

14 Şubat, Prof. Necdet Özdemir'in ölüm yıldönümüydü Necdet, bizim cumartesi arkadaşımıza Körfezdeki cumartesi yemeklerinde anlattığı fıkralarla herkesi kırıp geçirirdi. Olaylardan biri şöyle:
12 Mart’ın civcivli günleri, Necdet Özdemir'le Erdoğan Erman (halaoğlu) savunmanlık yapıyorlar sıkıyönetim mahkemelerinde. Sanık da yine bir arkadaşları, o zaman keskin devrimci görünen, giderek sağa kayan bir eski öğretim üyesi. O gün Necdet Özdemir'le halaoğlu keskin devrimci arkadaşlarının duruşmasına savunman olarak katılacaklar. Saat öğle saati. Necdet, halaoğluna:
Haloğlu yav, şuradan fırtsak, en yakın meyhanede iki tek atsak, saat ikiye yetişiriz, ha ne dersin?
Olur haloğlu, ayağını öpiyim!
Bir arabaya atlayıp, Mamak Cezaevi yakınındaki ilk meyhaneye kapağı atarlar. Gelen garsona votkaları söylerler. Votka içiyorlar ki, ağızları koku ne etmesin. Hızlı hızlı birkaç kadehi devirirler. Saate bakarlar:
Haloğlu, gidelim! Duruşma başlayacak…
Gidelim!
Cübbelerini giyip, salona girerler. Savunman yerine otururlar, yan yana. Sanık arkadaşları da sanık yerindedir. Komünizmi övmekten yargılanmaktadır.
Askeri yargıç sorar sanığa:
Ne diyeceksin bakalım, Marksist-Leninst propaganda yapmışsın?
Sanık, anlatmaya başlar
Efendim, der, ban anlamam ne Marksizm'den ne Leninizm'den, hiçbirini bilmem. Nasıl suç işleyebilirim? Ben Marksizm bilmem ki!
Yargıçlar gibi, sanığı dinlemekte olan Necdet Özdemir, Erdoğan Erman'ın kulağına eğilir; sunturlu bir biçimde:
Bunu der cehaletten aşmalı!
Fısıldadığını sanan Necdet Özdemir meğer sesli söylemiş. Bunu yargıç da duymuş. Kahkahayı basmış. Anlatırlar, gülmekten kırılırdık…
14 şubatta Ankara'da yoktum. İstanbul'da, uluslararası sendikacıların toplantısındaydım. Necdet'i anma yemeğine de gidemedim. Ankara'ya dönünce öğrendim. Necdet DDY okulunda okumuş, hareket memurluğu yapmış ya, Ankara Gar Müdürü Kadri Şekercioğlu, arkadaşlara bir öneride bulunmuş:
Necdet Bey’i, demiş bu yıl Gar Lokantası’nda analım, ha ne dersiniz?
Çok sevinmişler arkadaşlar. Yüksel Onaran, Necati Engez, Şinasi Yavuzer, Feridun Taşkın, Hasan Çeliker, Orhan Ural, buluşup gitmişler. Tahsin Saraç’la öbürleri, bi de ben yokmuşuz. Yiyip içmişler Hesap gelmiş ki, gözleri faltaşı gibi açılmış.
Bu, bize Necdet'in son kazığı oldu! diyorlardı. Gülüştük…
Bir başka olayı da anlatayım; Bilim ve Sosyalizm Yayınları Yönetmeni Süleyman Ege, sol kitaplardan yargılanmış, dört kitaptan 30 yıl hapis cezasına çarptırılmıştı. Adana Cezaevi’ne 12 Mart döneminde konan Ege, cezaevine girince oralarda yöntem öyleymiş, yeni gelenin neden geldiğini öğrenme tutkusu, meraklı hükümlülerden biri sorar:
Abi, kaç yıl?
Otuz…
Kaç ölü var?
Ölü yok, bizimki kitap davası dört kitap!
Dört kitaptan otuz yıl cezayı adamın usu almaz. Hemen oradan uzaklaşır. Süleyman Ege’nin hafif tertip üşüttüğü kanısındadır. Kitaptan otuz yıl ceza yenir mi? Arkadaşlarına da Ege'den söz ederek. Koğuşa üşütük biri geldi diye parmaklarını başında sallayarak anlatır. Süleyman Ege hücreye konur. Bitişik hücrede Siverekli Mahmut yatmaktadır. O mayında bir bacağını yitirmiş biridir. Konuşurlar, yine kitap davasını anlatır Süleyman Ege, otuz yıla nasıl çarptırıldığını…
Siverekli Mahmut, bir ara hücresinden çıkıp, -göz yumuyorlardı herhalde oncağız olsun artık! koğuşlardan birine gider. Orada esaslı bir kavga çıkmıştır. Biri, Adanalı ağzıyla karşısındakine söver
Senin Allahını, kitabını...
Siverekli Mahmut, araya girer
Allah'a söv ama kitaba sövme! der Benim hücrenin bitişiğinde biri var, kitap yüzünden otuz yıl yemiş! Herkesin ağzı açık. Biri:
Ne kitapmış be! der…
Server Tanilli’den aldığım bir notta şunlar vardı:
“Hüseyin Kıvanç’ın hapishaneden yolladığı mektubun bir suretini sana gönderiyorum. Çocuğun başına gelenler, tam bir hukuksuzluk örneği. Sorunla, Avrupa’daki ilişkili çevreler bakımından ben ilgileneceğim. Konu, senin de ilgini bekler. Öylesine önemli zira…”
Kimdi Hüseyin Kıvanç? Bunu da Tanilli’ye yolladığı mektuptan öğreniyorum. Şöyle demiş Prof. Tanilli’ye Hüseyin Kıvanç:
“Bazen insanlar birbirlerini hiç görmezler ya da karşılaşmazlar, ama onları çok tanırlar. Benim için siz de böylesiniz. Sizi hiç görmedim ama çok tanıyorum. Kaldı ki böylesi bir tanıma salt bana özgü bir şey değil. Sizi hiç görmeyip de çok tanıyan  dost ve düşman epeyce yurttaş var. Aydınlık düşünceniz, ışıklı yolunuz bizlerin dünyasına hep rehber oldu ve olacaktır da.
13 Mayıs 1986 tarihinde tutuklandım. Tutuklanma nedenim sahibi olduğum Eylem Yayınları arasında (1974-1980 12 Eylül) yayımladığım ve hakkında dava açılan sekiz kitapla ilgilidir. Bu kitapların davaları ta 1974’li yıllardan beri sürüyordu. Ama tutuklanmam bugüne kısmet oldu!
Dava konusu bir kitaptan, kendi sorumluluğum açısından aklandım. Ancak kitabın yazarı H. Bozarslan İsveç’te olduğu için dosya rafa kaldırıldı.
Beş kitabın çeviri sorumluluğu benim. Ben Türkçeleştirdim. İki kitabın çeviri hakkını satın almıştım. İlginçlikler duruşma süresince şöylece ortaya çıktı: Lenin’in ‘Gençlik Üzerine’ adlı yapıtı bizim dışımızda iki ayrı yayınevince daha yayımlandı. (Sol ve Koral Yayınları’nca). Ancak bu iki kitap hakkında da 12 Eylül’den sonra ‘kovuşturmaya yer olmadığı’ kararı çıktı. Kitaplarla ilgili herhangi bir yasaklama söz konusu olmadı. Ama ben beş kitaptan dolayı tutuklu olarak yargılanıyorum. Yukarıda ki ‘Kovuşturmaya yer olmadığı’ kararını duruşmada sunduk.
Bizim yayınevince yayımlanan Mao Zedung’un 4 kitabıyla ilgili olan savcılık ceza isteminde bulundu. Oysa ki, bizim yayınladığımız Mao’nun kitapları aynı zamanda Aydınlık Yayınları’nın ‘Seçme Eserler’ yapıtının 2. Ve 3.’sünde tümü yayımlandı. ‘Seçme Eserler’ ile ilgili olarak, bugüne dek herhangi bir soruşturma söz konusu değil. Bu durumu da duruşmada kanıtladık. Bir ilginç noktada M. Zedung’un ‘Halkın Demokrasisi’ adlı yapıtıyla ilgili. İki bilirkişi raporundan birincisi, kitapta suç unsuru görüyor, ikinci bilirkişi raporu suç unsuru görmüyor.
Arnavutluk yazarı Ramiz Alia’nın kitabıyla ilgili herhangi bir bilirkişi raporu olmamasına karşın, savcı ceza isteminde bulundu…”
Tanilli’nin “dert babası” ya da “Marko Paşa” olduğunu bir “Ankara Notları”nda yazmıştım. Hüseyin Kıvanç şöyle diyor sonunda mektubunun:
“Yukarıda da yazdığım gibi, be bu kitaplar yüzünden mahkum olmaktan korkmuyorum. Çünkü bu davaların ülkemizde düşünce basın özgürlüğü mücadelesinin küçük bir parçası olduğunun bilincindeyim. Bu çirkin satırları(el yazısıyla yazmış) okuma zahmetine katlandığınız için bağışlayacağınızı umar, dostça saygılar sunarım.”
 
Böyle kitap davalarının yeterince basına, kamuoyuna yansıdığı kanısında değilim. Onun için burada duyurmak istedim. Duruşmaları sürdüğü için de herhangi bir yorumdan kaçınmak istiyorum. Duyurmakla yetiniyorum...
Cumartesi günü Ankara Barosu’nun düzenlettiği bir açıkoturum Ankara’da Kızılırmak Sineması'nda yapıldı. Baro Başkanı Mahir Cancak yönetti açıkoturumu. Faruk Ertem, Halit Çelenk, İlhan Selçuk, Önder Sav konuşmacıydılar. O gün iki üç yerde toplantı vardı. Çağdaş Sahne’de de Mülkiyeliler Birliği'nin düzenlediği 'Yurt Dışındaki Türkiye” konulu toplantı vardı. Burada, o gün. Prof. Petra Kapper, Alper Akı ,Prof. Nermin Abadan Unat, Aziz Nesin, Gencay Saylan, Chnstian Pı, Ercan Karakaş konuşlular. Sabah da SHP'nin yerel yönetim kurulu vardı. Kızılırmak Sineması'nda daha büyük bir kalabalık vardı. İğne atsanız yere düşmezdi. Konuşmacılar, yeni ceza yasası tasarısını eleştirdiler. Bir yandan Avrupa Topluluğu’na karışmak istiyor, ama bir yandan da düşünce suçlarına ilişkin cezalar ağırlaştırılıyor, su belirsizleştiriliyordu. Kitaplar yok ediliyordu, kitaplar...!
Yeni ceza yasa tasarısını eleştiren Halit Çelenk özetle şöyle diyor:
... 12 Eylül’ün gerilimli ve baskılı ortamı bugün sürmektedir ve ülkemizde henüz demokratik bir ortam oluşmamıştır. 2969 sayılı yasa, anayasanın geçici 4. maddesi yürürlüktedir. Adalet Bakanı, “Biz siyasi iktidar olarak tavrımızı koymuşuz, düşünce suçlarını kaldırmayacağız” demektedir. Anayasa halen tartışılıyor SHP bu anayasayı tümden değişeceğini söylüyor. Diğer partiler, anayasanın bir kısım maddelerini değiştireceklerini söylüyorlar. Bütün bunlar demokratik bir ortamı ülkemizde henüz oluşmadığını göstermektedir. Anayasa kadar ön temel bir yasa olan TCY'nin böyle bir ortamda değiştirilmesi yani Üniversiteler huzursuzdur, en değerli elemanlarını dışlamıştır Ondan böyle temel bir yasa üzerinde üniversitelerin görüşlerinin alınması zorunludur. Ama bugün üniversiteler yasa tasarısına katkıda buluna bilecek durumda değillerdir. Yürürlükte olan ceza yasamız çağın gerisinde kalmış bir yasadır. Bu yasanın çağı yakalaması gerekmektedir.