Kelepçe Arkadaşlığı...

Cezaevleri, toplumun perde arkasıdır. Dışardakiler onu “görülmüştür” damgalı, cezaevi mektuplarından öğrenirler.
Birçok arkadaşlık biliyordum ama, “Kelepçe arkadaşlığı”nı bilmiyordum. Kelepçe arkadaşlığı şöyle: Bir tutuklu ya da hükümlü, mahkemeye ya da, bir başka cezaevine, gönderileceği zaman, bir hükümlü ya da tutukluya kelepçelenir. Yaşam boyu unutulmayacak arkadaşlıklardandır kelepçe arkadaşlığı!
Cezaevinde yemek arkadaşı da öyledir. Birbirlerini çok sevenler için. “Yedikleri, içtikleri ayrı gitmez” demez miyiz?
Cezaevlerinde eski kabadayılar, dayılananlar kalmamış. Daha çok “gariban” takımı var. Yine de, yeni girenleri gırgıra almalar, şakalaşmalar eksik olmaz.
Bir Borucu Yılmaz var. Borucu Yılmaz Bentderesi'nde akşamlan minga köfte yapan köftecinin şişinden, bir parça şiş çalıp kaçarken yakalandı. Borucu Yılmaz, çok acıkmıştı. Köftenin, şişin kokusu başını döndürdü. Alıp kaçtı, birkaç gramlık kızarmış eti, ama yakalandı. Haydi cezaevine!
Tuncay Mataracı, Anayasa Mahkemesi'nde hüküm giymiş. Ankara Merkez Cezaevine gitmişti. Cezaevinin açıkgözleri, ona bir hoşgeldin şakası yapmayı düşündüler. Borucu Yılmaz, Tuncay Mataracı volta atarken, ona omuz vuracak;
— Uçlan bakalım zulayı! diyecekti.
Olay, düzenlendiği gibi oldu. Mataracı, volta atarken. Borucu Yılmaz:
— Bana Borucu Yılmaz derler, uçlan bakalım! Biz de yolumuzu bulalım! dedi...
Mataracı, verdi mi, vermedi mi bilmiyorum. Ancak, sonra şakayı düzenleyenler, Mataracı’ya:
— Abi, biz sana şaka yaptık! Burada öyle haraç filan yok... dediler.
Mataracı, olaydan hoşlanmış. Borucu Yılmaz’ı çok sevmişti. Ankara Cezaevi’nden Kayseri Cezaevi'ne gönderilirken:
— Benim kelepçe arkadaşım Borucu Yılmaz olsun, dedi
Bir Emekli Albay geldi koğuşa, adı M.E. idi. Sivillerin kaldığı koğuşu istemiş, oraya verilmişti. Bu sekizinci koğuştu. Emekli Albay, bir ara oradaki çocuk denecek yaşta bir genci tanıdı:
— Ben seni tanıdım ama, nereden bir türlü bulamıyorum!
— Abi, dedi çocuk, ben senin evini soymaya gelmiştim. Oradan tanıyacaksın! Ayak sesini duyunca soymadan kaçmıştım!...
Bir öğretmen vardı, adı Mahmut Ateş Sevdiği kız, yüz vermeyince bir el sıkmış. Kurşun kızın karın boşluğuna gelmiş, ölmemişti. Mahmut hoca, bir kurşun da kendi beynine sıktı. O da göz sinirlerini kesip çıktı. Mahmut Hoca’nın sol gözü hiç görmüyor. Duruşması sürerken karşılaştığı bir profesör, ameliyatla sağ gözünün görebileceğini söyleyince, o da kaçıp Almanya'ya gidiyor. Almanya'da kilise para yardımı yapıyor. Gözü değiştiriyorlar. Türkiye'ye dönüyor. Dönüşte, dört yıl hapis cezasına çarptırılıyor. Arkadaşları Mahmut Hoca’ya takılıyorlar:
— Senin gözün Avrupa gözü! diye.
Mahmut. Hocanın Adli Tıp’tan raporu var; “Cezaevinde yatamaz” diye. O da Devlet Başkanı’na “sakat” olduğundan bağışlanması için başvurdu. Mahmut Hoca, tüm cezaevinin moral hocası...
Cezaevinde, en büyük ceza, hükümlünün hükümlülerle konuşamaması. Yalnız bırakılması. Eski Başbakanlardan Bülent Ecevit, cezaevinde böyle yattı, özel odanın önünden geçen hükümlüler, daktilo seslerini duyarlardı...
Ölüm cezalarının yerine getirileceği geceler, tüm cezaevine bir ölüm sessizliği çöker. Hükümlülerin tutukluların tümünden bir parça koparılmış gibidir. Gardiyanlar o gece düdük çalmazlar.
Asılan kim olursa olsun, duyulan üzüntüyü azaltmaz.
Başbakan Bülend Ulusu'ya basın toplantısından sonra, söyleşi sırasında bu konulan geniş geniş anlattım: “Ben ölüm cezalarına tümden karşıyım. Ancak, bir de, cezaların, yerine getirilmesi var; acaba bu, cezaevlerinin avlusunda değil de, bir başka yerde yerine getirilemez mi? Ne düşünürsünüz?” diye sordum,
— Anladım, dedi, bu konunun üzerinde duracağım!