Nisan ayında, Kastamonu'da "Vaizler Semineri"nde, bir vaiz, Diyanet Vakfı yetkilisine şu soruyu yöneltti:
Efendim, üst düzeyde bir yetkilinin kızının düğününe Diyanet'in 15 milyon lira yolladığını öğrendik. Bu nasıl olur? Diyanet'in parasıyla, düğünde şarap içip eğlenmiyorlar mı?
Diyanet Vakfı yetkilisi, açıklamayı yaptı, özetle şöyle dedi:
Bu para, "Mükellefe-i kulüp'' faslından gönderilmiştir...
"Mükellefe-i kulüp"un Türkçesi, "kalpleri yumuşatma" demekti. Arabistan’da, Müslümanlığın başlangıcında, kâfirlerin zararlarını azaltmak, onların kalplerini yumuşatmak için, inanmayanlara da, toplanan zekâttan sadaka verilirdi. Rumba çalınıp şarap içilen yere de, kalpleri yumuşatmak için, böyle bir para gönderilmiş demek...
Diyanet işleri Başkanı Tayyar Altıkulaç'ın emekliye ayrılışı çok kişiyi şaşırtmadı. Emeklilik dilekçesi Kâzım Oksay’ın masasının gözünde çoktan beri durmaktaydı. Yürürlüğe kondu, o kadar. Altıkulaç emekli oldu, ama vakfın başından ayrılmış değil. Bir zamanlar, mahkemeye verildiği sırada, vakfın başından ayrılmak zorunda kalmıştı. Sonra yeniden geldi...
* * *
Bu "Ankara Notları"nın başlığını "İsa'dan Sonra YÖK" koymayı düşünmüştüm. İsa Tarıverdi’nin, canına kıyıp, yaşamına son vermesinden sonra, her yerde bir kıpırdanma görüldü. Siyasal partilerin temsilcileri, YÖK Yasası'nın 44. maddesinin değiştirilmesi için girişimlere geçtiler. İzmir’den, İstanbul'dan gençler yürüyor. Meclis Başkanlığına verilmek üzere öğrenciler dilekçeler hazırlıyorlar, imzaya açıyorlar. İsa Tanrıverdi, gömütlüğünde yatıyor!
Buna karşılık, gerçekte öğrenciler için var olan, var olması gereken YÖK yöneticileri ne yapıyor? Atarak, kovarak, sanki öğrenciden öç almaya çalışıyor. 12 Eylül öncesinde görevlerini yapmamış hocalar, o günlerin baş sorumluları öğrencilermiş gibi davranıyorlar. Baskı üstüne baskı kuruyorlar.
İsa'nın ölümü üstüne yazdığım "Ankara Notları"nın yankıları öylesine geniş oldu ki, anlatamam Dinar'da savunmanlık yapan Mehmet Özalp, özetle şöyle diyor mektubunda:
"Sayın Ekmekçi,
Gazetenizde çıkan ‘İsa Tanrıverdi’ler’ başlıklı yazıyı okuduğumda bir anımı size aktarmak gereğini iç burukluğu ile anımsadım.
Yıl 1967 veya 1968 olabilir. O devirde bazı derslerden yazılı sınava girdikten sonra, bir de sözlü sınav olurduk. İstanbul Hukuk Fakültesi'nin sınav yönetmeliği öyleydi. Yazılı sınavı kazanan sözlü sınava girmeye hak kazanırdı. Sözlü sınavı yitirirsek, tekrar yazılı sınavı kazanmak zorundaydık.
Bir arkadaşım Roma Hukuku'ndan yazılı sınavı kazanmış, sözlü sınavı salonda bekliyordu. Sıra kendisine geldiğinde o devirde arkadaşımızın hocası, arkadaşıma bir isim sordu. Arkadaşımız sınava çok iyi hazırlanmıştı. Beş on dakikalık bir düşünme süresinde bütün kitabı gözünün önünden geçirdi. Bizler de dinleyici olarak soruları sorunun ne olduğunu düşündük. Arkadaşım belirli bir süre sonra, kitapta böyle bir ismin olmadığını söyledi. Profesör bunun üzerine
Eşek oğlum, bu bir artist ismidir. Hiç mi duymadın? Sen kitabı ezberlemişsin. Git yeniden çalış gel! diyerek arkadaşımızı salondan çıkardı.
Bizler o devirde, bırakınız artist ismini bilmeyi, sinemaya gidecek parayı bulamazdık. Oradan ayrıldıktan sonra, sinema artistlerini de ezberlemeye başladık. Böyle bir durumda arkadaşım canına kıysaydı, acaba sayın hoca ne derdi ki?.."
Savunman okur, o zamanki profesör ile öğrenci arkadaşının adlarını da açıklıyor. Öğrenci bugün "B" ilinde, başarıdan başarıya koşan bir savcıymış..
YÖK, bugün beş yaşını doldurup altı yaşına basıyor. 2547 sayılı YÖK Yasası, 12 Eylül’ün önemli bir ürünü olarak bugün yürürlüğe konmuştu. YÖK oluşturulmadan önce, bunun hazırlıkları yapılmıştı. Konsey üyeleri, YÖK oluşturamazdan önce, Türkiye'yi, üniversiteleri dolaşmışlardı. YÖK'le ilgili eleştiriler, altıncı yılda yoğunlaştı. YÖK Başkanının, bir yandan YÖK'ün başındayken, özel vakıflar eliyle kurulan "Bilkent" gibi, özel paralı üniversitelerin oluşturulması, eğitimcileri daha da düşündürmüş olmalıdır. Artık varlıklı herkeste şu düşünce yer etmeye başladı
Devletin üniversitesinde okutup ne yapacağım? Daha başarılı adam yetiştiren Bilkent’te okuturum çocuğumu!
Yoksulların zaten bir şey demeye hakları yoktu…
Bununla çok tehlikeli bir yolun açıldığı ortadaydı. Türkiye'deki "fırsat eşitliği" iyiden iyiye ortadan kalkıyordu. Bu, toplumsal geçişleri kaldırıcı nitelikteydi. Çok iyi yetişmiş insanlar, ancak yüksek düzeyde eğitim verebilenlerin çocukları arasından çıkacaktı. Taa OsmanlIıdan beri gelen toplumsal katlar arasındaki geçiş kolaylığı artık söz konusu olamayacaktı. Yakın zamana dek, çok dar gelirli bir ailenin çocuğu, ya devletin başına geçebilir, ya da istediği yere ulaşabilirdi. Tüm okullar ona açıktı çünkü.
Yüksek düzeyde eğitim, şimdiye değin devlet okullarında verilebilirdi. Bu kanal da tıkanıyordu. Sonucu şu olacaktı: Devletteki eğitim gittikçe düzeyini yitirecek... Devletin en yetkililerinin ağzından duyuyoruz, “Okulunu kendin yap, kendin oku!" demeye getiriyorlar. Gerçekte okulları yapmıyor devlet, kendi üzerine düşen görevi yapmıyor "Fırsat eşitliği" devletin eğitime katkıda bulunmasıyla sağlanabilir. Yatırım yapar, eğitim seferberliğini gerçekleştirir. Okullaşma, öğretmen yetiştirme, devletin başlıca görevidir. Bu sıralarda, devlet böyle bir şeyi görev bile saymıyor artık. Okul yapmayı bile vatandaşa rica etmekte! Bunun sonucu, devlet okullarında, sınıflar üst üste öğrencilerle dolu. Alabildiğine bir öğretmen açığı, bunun da sonucu olarak eğitimin düzeyi aşağılara gitmekte. Bir yandan da, yabancı dile dayanan özel okullar, özel üniversiteler mantar gibi bitmekte...
YÖK Başkanı, "Bilkent"i överken, başında bulunduğu, baş sorumlusu olduğu devlet üniversitelerini karaladığının ayrımında değil mi ne? Bari, YÖK'ün başından ayrılsa da, öyle yapsa yapacağını...
* * *
Ankara'nın en önemli olaylarından biri, Cumhuriyet Kitap Kulübü'nün düzenlediği "Ankara Üçüncü Kitap Şenliği"ydi. Türk-İş salonu, gençlerle dolup taşmaktaydı. Açık oturumlara girebilip izlemek bir sorundu. Kitap Şenliği'nin düzenlediği "İnsan Hakları" toplantısından ayrı olarak. Çağdaş Sahne'de "İnsan Hakları Derneği" de bir toplantı düzenlemişti, iki toplantıda da salonlar tıklım tıklımdı. Şenlik 9 kasıma dek açık kalacaktı. 27 yazar yapıtlarını imzalamakta, kitapları alanlara indirim sağlanmaktaydı.
Kitap Kulübü bugüne değin 12 "Kitap Şenliği" düzenlemişti. 560.000 okur kitap şenliklerini gezmiş, 322.000 kitap satılmıştı. Kitap Kulübü'ne 200 yayınevi üyeydi. Ankara Kitap Şenliği’nde 3.000 çeşit kitap sergilendi
★ * *
Düzeltme: Son "Ankara Notları"nda çıkan “Ömer Asım Aksoy'un Bir Konuşması " yazısında, iki yerde dizgi yanlışı olmuş. Yazının yukarıdan aşağıya doğru "Dile gelince..." diye başlayan 12. paragrafında geçen "bir kat çok" sözcükleri "birkaç kat çok.. " biçiminde olacaktı. Ondan iki paragraf sonra gelen paragrafın ilk iki tümcesi şöyle olacaktı: “Demek. Atatürk 'ün emanetini büyük bir titizlikle koruyup geliştirdi. Ulusal dil hâzinelerinin kapalı duran kapılarını açtı. Yazı dilimizdeki Arapça sözcük ve terimleri Türkçeleştirdi. Çağdaş kavramları karşılayan binlerce sözcük ve terim türetti..."
Düzeltir, Ömer Asım Aksoy'la, okurlardan özür dilerim.