Kahrolsun Zulüm!

İstanbul’daki törenlere gidemedim. Çok istiyordum oysa; Nâ­zım Hikmet Kültür-Sanat Vakfı’nın yönetim kurulundaydım. Ce­nazesi kaldırılan Onat Kutlar. Cumhuriyet yazarıydı. Halit Çe­lenk de gidemedi, onun kırılan kaburgaları daha iyileşmemişti. Gidemediği için o da çok üzgündü. Cumhuriyet, Onat Kutlar'la, Nâzım Hikmet Ödülü haberlerini ayrıntılı biçimde verdi.

Aziz Nesin söyledi. Mehmet Ali Aybar, cumartesi gecesi kalp krizi geçirmiş. Aziz Nesın'e sordum:

Nasılsın?

Eh. şöyle böyle...

Gazetede okudum. Onat Kutlar’ın cenazesine katıldın, son­ra Nâzım Hikmet'e katıldın. Nasıl geçti?

Nâzım Hikmet, çok olağanüstü güzel geçti.

Öbürü ?

Öbürü bana çok dokunuyor. Ben çok seviyordum o çocu­ğu. Herkesi sevmiyorum biliyorsun. Ben, sevmediğimi sevmem. Hani imam sorar ya, cenazede ‘Nasıl bilirsiniz?" diye. İşte, tam ‘İyi biliriz!" denecek insandır bu.

Dilekçe davasında vardı Onat Kutlar değil mi?

Her şeyde vardı. Yalnız "dilekçe davası’ değil, evinde top­lantı yaptık, biliyorum yani, çok değerli bir arkadaştı. Çok dü­rüst, çok doğru bir arkadaştı. Yazık oldu, çok yazık oktu. Ya! Sen nasılsın?

Ben iyiyim, iyi değilim aslında da.

Niye?

Kalp büyümesi var diyorlar. Sonra, yetmezlik varmış. “Yü­rüyüşü bırak’ dediler.

-Aman dikkat et, dikkat et! Biliyorsun, bak ben şimdi Aybar'a gidecektim... Aybar, zavallı yine bir enfarktüs geçirdi...

Ne zaman?

Dün gece...

Allah Allah!

Ya, çok üzüntülüyüm. Çok üzülüyorum, yılların dostu, arka­daşım. Çok, yılların arkadaşıydı. Öyle işte. 86 yaşında galiba. İşte böyle... Bir zamanların Balkan şampiyonu...

-Birde tur şey soracağım size; herkes bir şeyler yazıyor, Yaşar Kemal’in Der Spıegel'deki yazısı ile ilgili.

Bir gazeteden bana sordular, ben onlara yanıt veremedim. Söylemeyeyim daha iyi. Yorumlarlar, Yaşar’ın kendisi de yanlış yorumlar. Bilmem ne yapar filan. Ne söylesem, yanlış yorumlar­lar. Çok söylendi, çok söylendi.

Evet.

Yani, benim ekleyecek bir şeyim yok. Ama, ben Yaşar Ke­mal'e karşı değilim. Yalnız onu söyleyeyim sana. Çok yapmışız...

Azız Nesin'in son üç sözcüğünü yazmadım, kendime sakla­dım!

The Marmara Oteli Pastanesi’ne patlayıcı madde konulması olayları yeni  değilmiş. Daha önce de beş kez konmuş. Çoğunu görevli polisler etkisiz duruma getirmişler. Burada alarm sistemi de varmış, ancak bozukmuş, onarılmamış!

Onat Kutlar, ‘dilekçe davası" sanıklarındandı, demiştim. Var­lık Özmenek, “Aydınlar Dilekçesi Davası" ile ilgili olarak Berlin ile Hollanda radyolarına haber vermiş, 1 Kasım 1985'te yaptığı savunmada Onat Kutlar, şunlar söylemiş:

“Ülkelerin ve toplumların tarihinde olağanüstü dönemler var­dır. Bu dönemlerde ister savaşlar, ihtilaller, isterse sıkıyönetimler nedeniyle tam bir suskunluğun yaşandığı anlar olur...

…İşte bu dönemlerde, siyasi ve demokratik birikime sahip toplumlarda bir ses yükselir. Bu ses, kendini yalnızca bir siyasi yapının üyesi olarak değil, bir birey olarak da , toplumun gidişin­den sorumlu sayan tek tek aydınların sesidir..."

Onat'ın Asken Mahkeme'deki savunmasının son tümcesi de şöyleydi:

" Şu anda sizin adil olacağına inandığım kararınızla, bu de­mokratik bölgenin bir imza daha kazanacağına, yanı demokra­siye inancımızın daha da güçleneceğine güvenimi belirtmek is­terim. Saygılarımla..."

Onat Kutlar'ın inancı gerçekleşti; asken yargıç Mehmet Se­ver, Kenan Bey’in “Ne yapayım öyle aydını?"dediği, “hainlikle" suçladığı sanıklar hakkında ‘aklama" kararı verdi.

Onat Kutlar için, Cumhuriyet gazetesi önündeki tören çok gör­kemli olmuş. Sloganlar atan bir grup. Kültür Bakanı Timurçin Savaş'ın konuşmasını bir süre bastırmış. Cemal Reşit Rey Sa- lonu'nda düzenlenen “Nâzım Hikmet Şiir Ödülü "gecesi de gü­zel geçmiş.

Azız Nesin, Nâzım’la ilgili anılarım anlatmış. 1950’de Nâzım Hikmet açlık grevinden sonra, İstanbul'a Paşakapısı Cezaevi’ne getirilmişti. Azız Nesin:

Nâzım, oraya gelmeden bir hafta önce salıverilmiştim, de­di. Yine Paşakapısı Cezaevi’nden.

Nâzım Hikmet’in, oraya geldiğini duyunca, çok sevinir. Hemen ziyarete koşar. Giderken, koskoca bir kavanoz turşu götürür Aziz Nesin:

Bunu niye yaptım, bilmiyorum! der konuşmasında. Tabii, her­kes yerlerde...

Azız Nesin. Nâzım’ın gömütünun Türkiye'ye taşınmasına kar­şıdır öteden beri. O gece şöyle der:

Nâzım Hikmet'in mezarı orada kalsın, getirilmesin. Getiril­mesin ki, biz utanalım. Ona yaptıklarımızı unutmayalım, utana­lım!

Seçici kurul üyeleri arasında bulunan Rus ozanı Andrei Voznesenski -kendi gelememiş- yolladığı iletisinde, özetle şöyle demiş:

- Nâzım’ın dostları arasında bulunmaktan çok mutluyum. Kah­rolsun zulüm, yaşasın Nâzım Hikmet!

Toplantının havasını bir de Nâzım Hikmet Vakfı Genel Yazma­nı Kıymet Coşkun'dan dinledim. Annesi Pireye Hanım, sayrı olduğu için Memet Fuat gelememiş. İstanbul Operası sanatçı- larından Erol Uras, üç kişilik arkadaş grubu ile sahneye çıkmış. Sözleri Nâzım'ın, bestesi Mesut Cemil'in iki yapıtını söylemiş. “Martılar Ah Eder" ile “Kanatları Gümüş" şarkıları. Üçüncü şar­kı olarak, Nâzım'ın sevdiği “Kalamış "ı söylemeyi düşündüğünü, ancak o gün Onat Kutlar'ı toprağa verdiklerini anımsatarak. Onat Kutlar’la ilgili bir anısını da anlatmış. Şöyle:

Erol Uras, Aida Operası’nın provasını yaparken, prova konuk­lara da açık olmalı ki, Onat Kutlar da oradaymış. Son bolümde, gömütlükte söylemesi gereken parça yerine, herkes aryasını söyleyecek diye beklerken ‘Çanakkale İçinde Vurdular Beni ’ tür­küsünü söylemeye başlamış. O sırada Onat Kutlar da solda otur­maktaymış. Erol Uras şöyle diyor:

Birdenbire göz göze geldik, dondu kaldı! Bakıştık. O neden­le bu şarkıyı söylemeyi düşünmüştüm. Ama, bunu değiştirdim.

Erol Uras. “El veriyor el veriyor/Orta direk bel veriyor’ türkü­sünü söylemiş.

Gece çok güzel, ancak hüzünlü geçmiş...