Bizim Karadenizliler Londra'da hiç sıkılmazlar; her gün yağmur, her gün kapalı hemen hemen; yağmurlu günlerde atarsın kendini British Museum’a, gezersin!...
Hamiyet Hanım Fatsalıydı. Ağustos’ta Londra'dan Ankara'ya geldi, sıcaktan bunalır gibi oldu; Fatsa'ya gitti de biraz kendine geldi; yağmura kavuştu! İngilizler böyle havalara "Rains Cats and Dogs" diyorlar. ‘Gökten kedi köpek yağıyor' anlamına mı ne? Az sonra diniyor yağmur, ardından yine çiselemeye başlıyor.
Frenk Mustafendi dedem ne yaptı bilmiyorum ama, Namık Kemal'i de pek açmamış Londra'nın havası. Babası Mustafa Asım Bey’e, 17 Ağustos 1867'de yazdığı mektupta, bir yerde şöyle demiş:
"... Londra sıcak değil, adeta serin... Allah belasını versin. Bir fena hali var; on günde bir kerre güneş görünmüyor..."
Namık Kemal yine de Londra'yı sever; konyakları çok nefistir, bahçelerde incirler dolu doludur. Zaman zaman çapkınlıklar da yaparlar; Namık Kemal 28 Eylül 1867 tarihli mektubunda babasına "Kahbe Avrupa." diyor, "evliyayı azdaırıyor…” Ali Suavi’yi, Kemal'i övüyor, "Bikrimizle duruyoruz, adam bizim gibi olur" diyor.
Şimdi bunları okuyanlar, diyecekler;
Ekmekçi iyice dağıttı mı ne? 120 yıl önce Londra'da sürgün yaşamı sürmüş Namık Kemal'le kendisini mi karşılaştırmak istiyor?
Hiç öyle bir niyetim yok. Namık Kemal’in Londra serüvenini sevdim. Namık Kemal’in işi daha kolay; aylıklar geliver ne güzel; bir güzel yaşıyor. İskender Beyzade Reşad Bey'e 1.11.1870'te yazdığı mektupta, "... Apartmanım gayet nefis; bir âlâ salonu, üç nefis yatak odası, bir matbahı (mutfağı) var, ayda yüz on frank; lâkin döşemesi bizim sahibenin.. Görsen hayran olursun, kibar olduk gitti..."
Mektuplarından, Namık Kemal'in Londra’da nerede, hangi adreste oturduğu belli; Londra'da, Namık Kemal'in torunlarından Nermin Menemencioğlu yaşıyor. Onu görmeye gittim. Paris'ten gelen Abidin Dino ile Güzin Dino, Nermin Menemencioğlu'nda kalıyorlardı. Cumhuriyet'in Londra muhabiri Emil Galip Öymen, Türkan Tuncel, Saliha Paker, Ömer Paket, Dr. Ülkü Gürışık da vardılar. Nermin Menemencioğlu, çok canlı, cıva gibi bir kadın...
Mustafa Bey, içkiniz bitmiş! deyip yenisini getiriyor.
Nermin Hanım Londra’da belediyeye başvurmuş, Namık Kemal'in kaldığı eve bir plaket çakılmasını istemiş. Yetkililer:
Oturduğu ev kendisinin olsaydı plaketi çakardık. Orada oturmuşsa o evlere plaket çakmıyoruz, demişler...
Engels’in 25 yıl kadar oturduğu eve plaket koymuşlar, ama ev Engels’in kendisininmiş. İçimden:
Londra Büyükelçisi Rahmi Gümrükçüoğlu ne yapıyor? Konuyu ele alıp, neden Ingiltere Dışişleri'ni uyarmıyor? diye geçirdim ama, Namık Kemal, Rahmi Gümrükçüoğlu'nun nesine? O, Turgut Beyleri ağırlasın! diye de düşünmedim değil. Bir, Namık Kemal'in oturduğu eve plaket çaktırmayan büyükelçiden bana ne?
Namık Kemal'le, Karl Marx bir blok aralıkla oturmuşlar, ama Kemal, Marx'ı tanımamış. Londra'da Marx'ın Highgate'teki gömütüne gittim. Yanımda iki arkadaşım da var. 15 ekimdeki büyük fırtınada ağaçlar devrildiğinden, gömütlüğe kimseyi almıyorlarmış. Gömütlük görevlisine, gazeteci olduğumu, bir daha gelemeyeceğimi söyledim. “Basın danışmanına haber verelim" dedi. Basın danışmanı geldi. Anlattım, “Tamam, ben sizi götüreceğim" dedi. Sordum:
Burada Marx’tan başka ünlülerden kimlerin gömütleri var?
Charles Dickens'ın, T. S. Elliot’un gömütleri var. Daha var..
Yılda kaç kişi geliyor gömütlüğe, gezmeye?
150 bin…
En çok kime geliyorlar?
Kari Marx’a.
Gelenlerden kimileri Marx'ın gömütüne zarar veriyorlar. "Bu gömüt niye memleketine götürülmüyor?" diyorlarmış. Thatcher, bir konuşmasında övünmüş. "Marx da kapitali İngiltere’de yazdı ' demiş.
Karl Marx'ın gömütü yakındı. Taşının üzerinde özetle, “Düşünürler, dünyayı yalnız yorumlamakla yetinmezler, değiştirmek de isterler" anlamına gelen bir tümce kazılmıştı. Çiçekler konmuştu gömütüne Marx’ın. İngiliz solcularından bir grup genç ise gömütlüğe girememişler, Karl Marx’ın kartlarını alıp ayrılmışlardı. Yolda Japonlarla karşılaştık, onlar da Marx'a gidiyorlardı...
Namık Kemal'i anlattım; Falih Rıfkı Atay da, 1930'lu yıllarda, beylik bir toplantı için Londra'ya gider. "Tavmis Kıyıları" yapıtında hava durumuna değindikten başka, Hyde Parkı anlatıyor. (Falih Rıfkı İngilizce bilmiyor, benim gibi. Bilmediğini de söylüyor. Hyde Park'ı "Hyde Parc" yazıyor.
"Hyde Parc, Şinasi-Kemal-Suavi devrinin hürriyet cenneti idi. Türkiye'de ondokuzuncu asır ortalarından beri bütün hürriyet münakaşalarının arasında Hyde Parc'tan bahsolonur. Mesela: 'Orada bir Hintli, Ingiliz sarayına sövebilir' derlerdi.
Bir Hintlinin, Hindistan'da neye sövmek hakkı olduğunu sormak bizim hürriyetçilerin akıllarına gelmezdi..."
Hyde Park'ı, kedi-köpek arası bardaktan boşanırcasına yağmur yağarken dolaştım. O gün konuşmacı diye kimse yoktu. Bir daha gidişimde gördüm konuşmacıları, Falih Rıfkı Atay'a geleyim yine; o anlatıyor Ingiltere'deki özgürlüğü:
"... Ben bu kitabı bastırırken Londra üstüne açlar yürüdü. Hükümet, iki gün önce, nümayişçiler için Hyde Parc’ı kendi eliyle hazırladı ve kendine sövülmek için, on tane de kürsü kurdurdu.
Abdûlhak Hamit Londra’da müsteşarken, bir gün saraydan bir emir almıştı; Paris'te padişahın düşmanları tarafından çıkanlan bir gazete, Fransa hükümetine rica edilerek men edilmiş; yazarlar, aynı gazeteyi Londra'da basmaya başlamışlar. Abdûlhak Hamit, İngiltere hükümetinin de Fransa gibi cemilekârlık göstermesini rica edecekti:
Hariciye nezaretinde müracaat ettiği adam, Osmanlı müsteşarını uzun uzun dinledikten sonra, kısaca 'imkânsız' diye cevap verdi.
Fakat... Fransa'da öyle yaptılar.
Olabilir. Fransa'da cumhuriyet, bizde hürriyet vardır.
Büyük Harp'te (Birinci Dünya Savaşı) bazı İngiliz gazeteleri muharebe aleyhinde yazmaya başlamışlardı. Hükümet düşündü, taşındı: sansür koymasına imkân yoktu; bu nevi gazetelerin İngiliz adasından 'ihracını' yasak etti. O sırada Jaures'in cesedi çürümüştü. Caillaux giyotine gitmek üzereydi.
Çünkü 1915'te hürriyet Fransa'da 100, İngiltere'de 700 yaşındaydı..."
Şimdi Londra'da, sınıfsal çelişkinin yumağı yaşanıyor. Türkler, zenciler, Rumlar, Kıbrıslılar çokluk Londra'nın kıyı mahallerinde yaşıyorlar. Zengin mahallelerinde istedikleri gibi dolaşamıyorlar bile. Yooo, gezip tozuyorlar elbette, ancak sadece seyrederek, görerek, ingilizler güzel metro yapmışlar Londra'da; dar gelirlileri, yerin altına itebilmişler böylece. Biri, öbürünün yanına yaklaşamayacağını biliyor; düş bile kurmuyor. Zenciler, akça pakça kızlarla evleniyorlar; beyazlar, zenci kızlarla pek evlenmiyorlar. Yasak mı? Yooo, yasak değil...
Londra'da “Türk Eğitim Birliği" Derneği Başkanı Abdullah Yılmaz'ın evinde konuktum. Fatoş Yılmaz Türk yemekleri yaptı; küçük oğlu Nihat, sözü İngilizce söylese, Fatoş:
Oğlum Türkçe konuş! diyordu...
Orada gözledim, Türklerin çoğu büyük bir yurt özlemi içindeydiler. Biri şöyle dedi:
Karpuzların üzerinde sinekler var ya, onları özledim! dedi.
Londra da yeterince pisti oysa; Thatcher, belediyelerin paralarını kestiğinden, sokaklar -özellikle kıyı mahallelerde- süpürülmüyor. Pislik götürüyordu. Thatcher'a yakışanı da buydu! Thatcher, kimi sayrıevlerini (hastaneleri) de kapatmıştı, insan sağlığı diye bir şey düşünmüyordu, tutucu! Sosyal demokratların bölünmelerinden yararlanarak iktidarını katlayarak sürdürüyordu...
25 Ekim 1987, Cumhuriyet