Pera Palas'ta Erdal Bey'e sordum:
DİSK'le Türk-İş'in birleşmesi. SHP ile DSP'nin birleşmesine benziyor mu?
Daha zor! karşılığını verdi.
Türk-İş yağlı kuyruğa yapışmış, DİSK'in yarım milyonun üstündeki üyelerini ya da ödentilerini almış, üstüne oturmuş. Suçlamayı sürdürmeli ki, bir eli baldayken, içi de erinçle (huzurla) dolsun!
DİSK'in yirminci yıl kutlamalarının ikinci gününde ev sahibi. SHP idi. Cuma akşamı DİSK kokteyline gelmeyen Türk-İş Başkanı Şevket Yılmaz. SHP'nin seminerine geldi. Bir gece önce Avrupa'dan gleen konuk sendikacılar,
Kokteyle Ecevit niye gelmedi? diye soruyorlardı
SHP'nin seminer izlencesinde de. Şevket Yılmaz'ın adı yoktu. Genel Sekreter Emin Kul'un adı geçiyordu. Söylentilere göre, gerçekten bir danışman gönderip, işi öyle savmayı mı düşünmüşlerdi!
ICFTU Genel Sekreteri John Vanderveken’in Ankara’ya gelip, orada Şevket Yılmaz’a uğradıktan sonra İstanbul'a geçmesi, Şevket Yılmaz'ı düşündürmüş, o da kendi kendine “Şevket, artık gitmezsen ayıp olur mu demişti? Türk-İş, ICFTU'nun üyesiydi DİSK ise ASK’ın. Üst düzeydeki kuruluşlar, iki düşman kardeşi hoş tutma yoluna gitmekteydiler. Bunu konuşmalardan da anlıyordum. Örneğin DİSK'İ överken, Türk İş’i de eleştirmiyorlardı. (Ali Sirmen'in cumartesi günkü “Vanderveken Niye Geldi!” başlıklı yazısını okudunuz mu?)
Şevket Yılmaz, toplantıya gelip, konuşma yapma zorunda kalınca aynı sırada oturduğu Abdullah Baştürk'ün elini sıktı. Ama az sonra başlayacak yemeğe kalmadan kaçtı! Yemeğe kalırsa, lokmaların boğazına dizileceğinden mi korktu, ne?
Erdal Bey, ikinci günü seminere başkanlık ederken yaptığı konuşmada kısaca şöyle dedi:
Avrupa İşçi liderleri olarak İstanbul'a akın etmenizin temel nedeni biliyorum ki dün (cuma günü) 20. kuruluş yıldönümü kutlanan ve ETUC’un üyesi olan DİSK'in başına gelenler karşısında duygu ve düşüncelerinizi ifade etmek, işçi haklarının korunmasında uluslararası dayanışmanın bütün gücünü göstermektir. Sosyal demokrat bir parti olarak biz de burada bulunmanızı değerlendirmek istedik. Demokraside sendikaların hakları ve işlevleri konusundaki görüşlerinizi kamuoyuna duyurmak için size fırsat verecek bu toplantıyı düzenledik...
Erdal Bey, “... Şimdi yeniden kurmaya çalıştığımız demokrasimizin her eksiğini, toplumun desteğini sağlayarak adım adım tamamlamak zorundayız. Ve öyle bir ortam içinde bulunuyoruz ki her adımda yeniden bir anarşi dönemi canlandıracak bir hareket yapmadığımızı kamu oyuna kabul ettirmemiz, benimsetmemiz gerekiyor. Bunları elbet yapacağız. Anayasadaki, iş yasalarındaki gerekli düzenlemeleri bir bir gerçekleştireceğiz. Her adımda ayrı uğraş verilerek hazırlanacak bu haklar artık bir daha kaybedilmeyecek şekilde yerleşmiş olacaktır” dedi. Daha sonra ilk sözü Uluslararası Hür İşçi Sendikaları Konfederasyonu (ICFTU) Genel Sekreteri John Vanderveken'e verdi.
John Vanderveken, yumuşak konuşuyordu, ama sözlerini anlayanlara gülle gibi gelirdi. Özetle, birkaç tümcesini aktarayım:
DİSK’liler içerideyken buraya geldim, aileleriyle görüştüm. Hükümetle ilişkiler kurdum. Hükümet ne tür hükümet olursa olsun, sendika hakları tanımak zorundadır. Temel sendikal haklar, demokratik toplumun temel koşullarındandır. Sendika kurmak için izin almak gerekmez. Sendikalar, çalışmaktan alıkonamazlar. Sendikaların varlığı koruma altında olmalıdır. Türkiye’de Türk-İş’in ne kadar zor çalışma yaptığını anlıyoruz. DİSK konusunda mahkemenin asıl amacı, DİSK’i ortadan kaldırmaktı. 23 Aralık 1986 da alınan karar haksızdır. Suçlu gösterilen DİSK’lileri, maddi, manevi anlamda destekliyoruz. Türkiye'de çok sert bir iş Hukuku vardır. İnsan hakları ve sendikal haklar kısıtlanmaktadır. Demokrasiye geçiş çok yavaş. Türkiye uluslararası kuruluşlara üye olacaksa, dikkatli hareket etmek zorunda...
Daha sonra konuşan Avrupa İşçi Sendikaları Konfederasyonu (ETUC) Genel Sekreteri Mathias da şöyle dedi:
“23 Aralık’tan beri bütün umudumu yitirdim. Türk hükümeti politik gücünü kuvvetlendirmek için DİSK’e vurdu. Bu, Avrupa'daki sosyal demokratların suratına indirilmiş bir tokat gibidir” dedi. Ekledi:
“1980'den beri insanların can güvenliği arttı. Bedeli ne oldu? Baskı arttı, işçilerin alım gücünde yüzde elli bir azalma görüyoruz. Biz, DİSK'in başına gelen olaydan sonra Avrupa’daki bütün hükümetleri haberdar ettik. 23 Aralık 1986'da DİSK'in bütün hakları elinden alındı, malvarlığına elkondu. Bu durum Avrupa’daki hükümetlerce ilgiyle izlendi, İnsan Hakları Konvansiyonu’nun 4. maddesine karşın Türkiye vurdumduymaz davrandı. Türkiye, sendikal hakları vermemekte inat etmektedir. Basın özgürlüğü de kısıtlıdır. Sendikal haklar maaşların ayarlanmasından, grev hakkından ibaret değildir. Gerçekte, demokratik bir toplumda çalışanlar kesinlikle siyasal yaşama katılmak zorundadırlar…
Dünya Emek Federasyonu (WCL) Genel Sekreteri Jan Kulakowsky özetle şöyle konuştu:
Türkiye'de altı yıldan beri süren bir baskı vardır. Mahkûmiyet kararları üzüntü vericidir. DİSK’le, Türk işçileri ile danışmayı sürdürüyoruz. SHP’ye ve onun başkanı Erdal İnönü'ye teşekkür ediyoruz. Dışarıdan gelen bizlere, uzun uzun Türkiye'deki durumdan söz etmek yakışık almaz. Ama hepimiz biliyoruz ki, Türkiye’de sendikal haklar yoktur. Sendikaların örgütlenmeleri her yerde aynıdır. Yaşamak ve çalışmak haklarıdır. Bir yerde demokrasi yoksa, bu haklara da saygı yoktur. Nasıl bir rejim olursa olsun, “izm”le biten hangi rejim olursa olsun, bu böyledir. DİSK’te çalışan tüm kadınlara, erkeklere saygılar sunuyorum. Özel olarak DİSK’lileri selamlamak istiyorum. Onların özgürlüklerini ellerinden almak istiyorlar, mallarını almak istiyorlar. Abdullah Baştürk, sendikacılığın simgesidir. Biz, Türkiye'de demokrasinin ve sendikal hakların yerleşmesini istiyoruz...
Yazının başında söyledim; konuşmalar, eleştiriler çok ağırdı. Bir an şöyle düşündüm; Avrupa Topluluğu dedikleri bunlardı işte. Bunlara inandırmadan, Avrupa Topluluğu'na girilebilir miydi? Neyse, konuşmaları izlemeyi sürdüreyim. Cumartesi öğleden önce Aziz Nesin de gelip konuşmaları izledi. Şevket Yılmaz, bir şeyler söyledi, “Türk-İş oy deposu değildir!” dedi. DİSK’e hiç değinmedi. Hükümeti eleştirdi. Eylemlerden söz etti. Sonra gitti...
Abdullah Baştürk, 12 Eylül’ün getirdiği “toplumsal maliyeti” anlattı. “Demokrasinin ortadan kaldırılmak istendiği her yerde, işçi sınıfının kazanılmış demokratik hak ve özgürlükleri ve sendikalara bunun için öncelikli hedef alınmış, kökten budanmaya çalışılmıştır” dedi. DİSK'in başına gelenleri anlatan Baştürk, “DİSK her şeyden önce, gerçekten demokratik bir sendikal örgüttü. DİSK ekonomik mücadelenin yanı sıra işçilerin siyasete katılma hakkını savundu” dedi. Satır arasında Türk-İş'i eleştirerek şöyle sürdürdü konuşmasını: “Dünyamızda nesli tükenmiş bir anlayışla, partiler üstü veya 'partiler dışı' politika teraneleriyle işçiler siyasal yaşamın dışına sürüklenmeye çalışılmış, politikanın işçi sınıfı ve sendikal örgütleri için yasaklanmasına çanak tutulmuştur. Ülkemizin siyasal yaşamında bugünkü koşullarda gündem konusu olan depolitizasyon diye adlandırılan olgunun, daha 1960'lı yıllardan başlayarak sahipliğini, bu anlayışın sahibi sendikacılar üstlenir olmuşlardır.” Abdullah Baştürk, uzun uzun alkışlandı. Avrupalı sendikacılar, DİSK ya da Abdullah Baştürk adı geçince heyecanlanıyorlardı.
Alman Sendikalar Birliği (DGB) genel başkan yardımcısı Gerd Muhr özetle şöyle dedi:
Özgün bir sendikaya askerin kaba kuvvet kullanarak müdahale etmesi, o denli korkunç bir olaydır ki, bu uygulamaya dünya çapında tek bir yanıt verilebilir: Dayanışma içinde protesto ve kurbanlara dayanışma içinde destek. Umuyorum ki, gerek DGB ve gerekse uluslararası sendikacılık hareketi, DİSK’li arkadaşlarımızı düş kırıklığına uğratmamışlardır. Yakınmak ve yaraları onarmak kuşkusuz ki yeterli değildir. Sendikal hakların ve özgürlüklerin yeniden gerçekleştirilmesini sağlamak, hepimizin uluslararası ortak bir ödevidir. Binlerce DİSK yöneticisi ve üyesi, askerler tarafından tutuklandığında, Almanya Federal Cumhuriyeti’ndeki iş gücü şok geçirdi. Davanın açılışında askeri savcılığın, DİSK yöneticilerini idam istemiyle yargılama isteği, duygularımızı kızgınlığa dönüştürdü. DİSK davasını kasıtlı olarak 6 yıldan daha uzun sürdürülmesi ve bu sürenin önemli bir kısmını arkadaşlarımızın tutuklu olarak geçirmesi, bizlerin akıl ve mantığının alabileceği bir olay değildir. Yargılama sonucu çıkan kararların beklenilene kıyasla hafif düşmesinin rahatlık verdiği yollunda batı dünyasında yapılan yorumlar, örneği görülmemiş bir küstahlıktır. Söz konusu davada, canilerin veya bomba patlatan ihtilalcilerin değil de, Türk işgücünün çıkarlarını korumak amacıyla ödevlerini yerine getiren kişilerin yargılandığı apaçık ortadadır. Bu nedenle tek bir günün dahi tutuklu olarak geçmesi haksızlıktır, adil değildir ve çok uzundur. Salt 23 Aralık 1986 günü bu kentteki bir mahkeme, bu ülkedeki iş gücüne karşı görevlerini yerine getiren meslektaşlarımıza 6,5 milyon günden fazla bir süre hapis cezası vermiştir. Ben burada bir yumuşama göremiyorum. Egemen güçlerin kaba kuvvetlerini görüyorum…
Bir gazeteci-yazar olarak ilginç bir toplantı izliyordum. “İyi ki geldim!” diye geçirdim içimden…
17 Şubat 1987, Cumhuriyet