İsvan’ın Çiftliğinde...

Çınarcık, Marmara'da yedi bin nüfuslu bir bucak. Yaz aylarında bu yedi bin kişiye en azından seksen bin kişi daha ekleniyor. Bunlar, çoğu İstanbul'la Ankara’dan gelen yazlıkçılar. Onların dışında, bir süredir Arap ülkelerinden gelen turistler, motelleri, pansiyonları dolduruyor. Termal'de de çoğunluktaydılar Araplar, Bursa'da da. Dört yaşındaki kız çocuğu Helin, Arap turistleri görünce
Aaa, bakın Sinbad! diyordu. Sinbad'ın filmlerini görmüştü Almanya'da.
Çöl sıcağından, Marmara’nın ağaç denizine gelince, yaylaya çıkmış gibi oluyorlardı belki. Uludağ'da ise, sıkı sıkı giyinmişlerdi. Çeneleri takırdayanlar vardı. Arap turistlerden, Türkiye çok bir şey kazanmasa da, Araplar kazanacaklardı kuşkusuz. Türkiye Arapların Avrupasıydı...
Temizliğe yeterince özen göstermiyor görünümündeydiler. Bir Arap turistin, Bursa'nın görkemli otellerinden Çelik Palas'ta, yatak çarşafına ayakkabılarını silip, parlattığım duymuştum. Hac'dan gelenler de olumlu şeyler anlatmıyorlardı temizlik konusunda. Bir arkadaşım:
Don giymiyorlar, dedi. Çöl sıcağında giyilmez belki, ne bileyim?
Osmanlı valilerinden biri, Arap ülkesine gittiğinde, don giymeyenleri cezalandıracağını duyurmuş. Zaptiyeler, donsuz yakaladıkları bir Arap'ı mahkemeye, Kadı'nın önüne çıkarmışlar. Cezası da ağır hani. Kadı önce kimlik saptamak için sormuş; adın, sanın, kaç çocuğun var filan.. Sanık karşılık vermiş:
Bir karımdan beş, ikinci karımdan yedi, üçüncü karımdan... deyince, kadı sözünü kesmiş:
Yaz demiş, don giymeye vakti olmadığından aklanmasına...
Ak giysiler içindeydiler. Yalova dolaylarında çarşaflı kadınlar da bolcaydı. Ancak onların Arap turist kadınlarla bir yakınlıklarını da göremedim. Okullara Arapça dersi koymanın tümüyle siyasal bir davranış olduğu kanısı güçlendi içimde. Arap turistler, geldikleri yerlerin insanlarıyla hemen hemen hiç ilişki kurmuyorlardı. Birlikte geziyorlar, birlikte oturuyorlardı. Uludağ'da Bursa'nın kocaman ekmek bıçaklarından, tahta işlerinden satın alıyorlardı. Kadınların altınlar boyunlarındaydı. Arap turistler için, Arap harfleriyle dualar yazılı levhalar dizi diziydi vitrinlerde...
Yalova'nın Termal’ine bayılmış olmalıydılar. Kükürtlü, sıcak sulara ayaklarını sokuyorlar, göz pınarında gözlerini siliyorlardı...
Çınarcık'ta denizin görünümüne karşın, Marmara'nın öbür yerlerinden daha temiz olduğu söyleniyordu. Uzun bir çalışmayla, kanalizasyon denizin üç yüz metre ilerisinde, derine, akıntıya boşaltılıyordu. Borulara önce boya dökülmüş, denizin yüzüne çıkmadığı gözlenmişti. Kıyıları kumsal değil, daha çok taşlıktı. Vaktiyle, inşaat için kumlar kamyonlarla buradan İstanbul'a taşındığından Çınarcık kumsuz kalmıştı. Yine de dalgalar, denizden kıyıya kum taşıyorlar, doğadan alınanı geri getiriyorlardı...
Çınarcık'ta hiç sıkılmadım. Ahmet Çobanoğlu'nun tanıştırdığı arkadaşları, buradaki Cumhuriyet okurları birkaç günü hoş geçirmemize yardımcı oluyorlardı. “Sinem"de oturup tavla oynuyorduk, Jirayir'le “çorbacı"yla. Jirayir'e orada “Celayir amca" diyorlardı gençler. Ermeniydi Jirayir. İstanbul'dan yazlığına geliyordu yazları. Ermeniler gibi Rumlar da eksik değildi Çınarcık’ta. Orta tabakadandılar. Ünlü varlıklılar, buralara gelmiyorlardı. Tavla oynarken "çorbacı" Salih Bey, pek sinirleniyordu zarı gelmezse, sövüyordu zara. Ahmat Çobanoğlu:
Ne? diyordu, zara mı sövüyorsun?
O zaman "çorbacı" Salih Bey, mini mırıl mırıldanıyordu: "çorbacı" adının nereden geldiğini sordum bir gün, anlattı: Babası çok zengindi, ya da dedesi. Yanında çok sayıda Rum çalıştırırdı. O nedenle sanları "çorbacı" diye kaldı. Azınlıklardan değildi, ama herkes "çorbacı" diyordu.
Eski politikacılardan Hayrettin Uysal da buradaydı. Her sabah balığa çıkıyordu. Bir akşam bize evinde, tüm yemekleri balık türlerinden oluşan bir şölen verdi. Balıklar da kentsoyluların yiyebilecekleri balıklar: Dil balığı, tekir vb. Uysal, eşi Sevim Hanımla bir kişi yazlık evinde Çınarcık'ta geçirmişti. Ekonomik yönden bir ara daralmış, telefonunu da satmıştı. Eski politikacıların neler yaptıklarını incelemek, ilginç bir gazetecilik olabilir...
Bir sabah, erkenden yürüyüşe çıktığım sırada, yolda ismet Sezgin'le karşılaştım. Şortunu giymiş koşuya hazırlanıyordu. Silivri'deki yazlığından bir günlüğüne Çınarcık’a yeğeninin yanına gelmişti.
Öyle yürünmez Ekmekçi, haminnem gibi yürüyorsun! diye takıldı. Göbeğimi de biraz eritmeliymişim...
Fatma Hikmet İşmen, 12 Eylül'ün Milli Eğitim Bakanlan'ndan Hasan Sağlam buradaydı. Fatma Hanımı gördüm, Hasan Sağlam'ı göremedim...
Çınarcık’tan Yalova üstünden Bursa'ya geçeceğimiz sırada, bir rastlantı Ahmet İsvan’ı görüverdim. İsvan'la, bir Ankara’ya geldiğinde Gölbaşı'na "Belçikalı'nın yeri" denen "Chez le Belge"e dek gitmiş, yemek yiyip uzun uzun konuşmuştuk. Bu ikinci görüşmemiz oluyordu.
Size, dedi, çiftliği gezdirmek isterim. Görmeden bırakmam...
Ahmet Çobanoğlu'nun arabasındaydık. Eşimle, küçük kızım Özlem de vardı, öneriye çok sevindiler. Valizleri Ahmet İsvan’ın arabasına aktardık. Topluca Ahmet İsvan’ın çiftliği'ne yollandık, Yalova'ya on kilometre kadardı çiftlik. İsvan’ın köyü, "Taşköprü”de, az ilerideydi. Beş yüz dönümlük elma, şeftali, armut ağaçlarıyla dolu çiftlik, gerçekten örnek bir çitflikti. Türkiye'de örneğini görmediğim sulama yöntemine hayran kaldım. Beş bin meyve ağacı, damla yöntemiyle sulanıyor, ağaçların dibinde en ufak bir ıslaklık bile görülmüyordu. İsvan, teknik sulama araçlarını İsrail'den getirtmişti. On üç bin civciv, yetiştirilmek için iki gün sonra getiriliyordu. Çiftlikte, işlerini bilen kişiler çalışıyordu...
Ahmet Çobanoğlu, İsvan'a:
Siz toprak ağası sayılırsınız! diye takıldı. İsvan, iki seçimde, böyle propagandalar yapıldığı için, yitirdiğini söyledi. Denize birkaç kilometreydi çiftlik.
Ahmet Bey, denize giriyor musunuz? diye sordum. Durdu:
Hayır, girmedim, dedi. Eşi hapiste olan bir kişinin durumu güçtür, diye ekledi. Ben zaten denize girmem, beni Reha götürürdü...
Reha Hanım dokuz aydır içerideydi...
Otobüsle Bursa’ya gideceğimizden, çiftlikte çok kalmayıp ayrıldık.
* * *
Gittiğim yerlerde de izliyordum, Ankara politikası Ağrı seçimleriyle uğraşıyor görünüyordu. Ağrı seçimleri deyince, usuma yirmi yıl önce geçmiş bir olay geldi: O zaman Milliyet'teydim. Bir genç geldi, önce bir okuyucu sandım:
Size danışmaya geldim, dedi. Politikaya atılmak istiyorum, ancak hangi partiden adaylık koymam gerektiğini kestiremiyorum. Ağrı'dan aday olmak istiyorum…
Siyasal eğilimini öğrenmek istedim. Üniversiteyi bitirmişti. Ağrı'nın ileri gelen ailelerindendi. "Benim beş bin oyum garanti. "dedi. Saflığımdan olacak, solda bir partiyi önerdim, teşekkür etti, gitti.
Seçimler yapıldı. Aaa, bana danışmaya gelen genç, soldan değil, sağdan hem de oldukça sağdan bir partiden seçilip gelmemiş mi? Çantada keklik olan beş bin oy, hangi partiden dursa olsun, onu getirmeye yetmişti!