İstanbul’da...

Bir eve konuk gelecekmiş; kadın bakmış, et yemeği yeterli değil. Çocukları toplamış, şöyle demiş:
Ben size. “Et yemek isteyen var mı içinizde?" diye sorarım, sizde, "Hayır anne, biz et yemeyiz!" diye karşılık verirsiniz, tamam mı?
Tamam anne! demiş çocuklar. Anne eklemiş:
Siz et yemezseniz, ben de size tatlıdan veririm!
Peki anne!
Konuklar yemeğe oturmuşlar, anne onlara et yemeklerinden koymuş. Çocuklara da sormuş:
Et isteyen var mı içinizde?
Hayır anne, biz et yemeyiz!
Peki, ben de size tatlıdan veririm!
Fakat, o ne? Kadıncağız bir de ne görsün? Tatlı da yeterli değil. Konuklara tatlıyı dağıttıktan sonra, çocuklara dönmüş:
Et yemeyene tatlı da yok! demiş...
Ankara'dan ayrılırken, günün konusu 6 kasım seçimlerine giremeyen siyasal partilerin, yerel seçimlere de giremeyeceklerine ilişkin yasa önerisinin tartışmalarıydı. Bakalım, Doğru Yol'la, SODEP tatlıyı yiyebilecekler miydi, yiyemiyecekler miydi?
Tam bu sıra veto söylentileri yaygınlaştıkça yaygınlaştı. Söylentilere göre bağımsızlardan dört yüz elliye yakını eleniyordu.. MDP’den bile yüzün üstünde veto var, deniyordu. Aday adaylarından yataklara düşenler vardı!
Bayramda, aday adaylarının iki günlük inceleme süresi yedi güne çıkarılınca:
Tamam, vetolar oldukça yüklü! dedi çok kimse rahat rahat...
* * *
Bayramda İstanbul'daydık. Eylem de Özlem de, şimdiye dek İstanbul'u görmemişlerdi. Nerede kalacaktık?
Emil Galip Sandalcı:
Anacığım, ben size anahtarı verir Ada'ya giderim. Artık yemeği filan kendiniz yaparsınız! dedi.
Oktay Kurtböke:
Tonton, evi biz size bırakırız. Anneme gideriz, onlar Kuzguncuk'ta. Yalnız önceden haberimiz olsun ki, anahtarı bırakalım! diyordu.
Dostlarımızın bu incelikleri sevindirdi doğrusu. Eşim:
Neriman hanımlarda kalalım, gücenirler vallahi! diyordu. Onlar Maltepe'de oturuyorlardı…
Öyle oldu, Maltepe'deki dostlarımıza gittik. Yerleştik. Çok kimse dinlenceyi öyle geçiriyordu. Güneye, ya da Karadeniz'e gidenler, anahtarlarını arkadaşlarına bırakıyorlar: Ankara'dan gidenler de, orada kalıyorlardı...
Vardığımız gün, Topkapı Müzesi'ndeki Anadolu Uygarlıkları Sergisi'ni gezdik; ayaklarımıza karasular indi. Bizim basın, sergiyi azıcık abartmış mıydı ne?
Bayramın ilk günü Başaran'la, Şerif Tekben'in cenazesine gittik. Bostancı camisinin önü, ana-baba günüydü. Muzaffer Erdost'la Süleyman Ege, Ankara'dan gelmişlerdi. Vedat Günyol, İlhan Selçuk, Mehmed Kemal, Hürrem Arman, Can Yücel, Arif Damar, Şükran Kurdakul, Nebi Dadaloğlu, Bekir Semerci, İsa Öztürk, Pakize Türkoğlu, Tilda ile Raşit Göğceli, Şaban Ormanlar, Hüsamettin Bozok, Recep Bilginer, Agop Arad, Zihni Anadol, Nabi Dinçer, Rasih Nuri ileri, Halis Kurtça, eski müfettişlerden Ahmet Soydaner, görebildiklerimdi. Şerif Tekben’in eşi, Binnaz Tekben, çocukları, yakınları bir aradaydılar.
Otobüse binip, cenazenin ardından Küçükyalı mezarlığına gittik. Şerif Tekben'e, Bedri Rahmi'ye yakın bir yer bulunmuştu. Mezarı başında Hürrem Arman, Şaban Ormanlar konuşmalar yaptılar. Nebi Dadaloğlu, Tekben'le ilgili şiirini okudu. Dadaloğlu:
"Bir can verdi bize bin alır/Gözümüz arkada kalır" diyordu. Şöyle sürdürüyordu:
“Edime 'den Akçadağ 'dan / Davul gümbürdüyor, / Seğmenler hazır. / Efem toprağa diz vuruyordu / Çatlamış dudak, nasırlaşmış el / Çölün tam on ortasında / Siteler kuruyordu. / Bir gün geldi ki sormayın / Tomurcuktaki çiçeği / Sam yeli çaldı. / Ben dağbaşı öğretmeni / Yüreğimde kutlarım / Şerif Tekben’leri...”
Şerif Tekben'in eşi Binnaz Tekben, çiçeklerin üstüne eğildi:
Hiç korkma, rahat uyu! dedi. Çevrem sevdiğin insanlarla dolu...
O gün, köy enstitülülerin günü gibiydi...