İsmail'in öyküsü bir iki yazıda anlatılıp bitirilecek gibi değildi. Son "Ankara Notları"nda, şöyle bir değinip geçmiştim. İsmail yüzünden adada büyük bir askeri uygulama (tatbikat) bile yapılmıştı. Anımsayınca, hâlâ gülümserim.
Uzunada'dan İzmir'e inmediğimiz bir hatta, mahfelde subaylar oturmuş briç oynuyoruz. Tabur komutanımız da birlikte. Gidenleri geri getirecek motorun dönüş saati gelmişti. Bir ara yedek subayken, askerlikte tezkere bırakıp kalan, Teğmen Hikmet, içeri girdi, komutana bir selam çaktı, şu bilgiyi verdi:
Komutanım, İsmail motorun alt kamarasında, sağa sola sövmüş, ‘Ben o tabur komutanının..' demiş, kamarada bulunan çavuş “gelince tutuklanacağını" anımsatmış, İsmail sonra erlerin koğuşuna gelerek önce oradaki onbaşıya "Çavuş beni tutukladı Beni tutukla!” demiş, arkasından hemen silahlıktan bir silah almış, 'Davranmayın hepinizi yakarım’' diyerek uzaklaşmış..
Teğmen Hikmet, bunları söyledikten sonra sustu. Komutan kağıtları, masanın üzerine attı, öfkelenmişti:
Bana bunları söyleyenin... dedi, toplantı yapılacağını söyledi:
İsmail'i yakalamak için adada 'tatbikat' yapacağız. Bütün birliklere duyurulsun.
Yarım saat içinde, adadaki tüm birlikler toplanmıştı. Akşam olmuş, ortalık karanlık, ama ışıldak-pırıldak bölükleri, ışıklarıyla adayı gündüze çeviriyorlar. Toplar, mayın taramalar ne varsa hazır. Son anda, İsmail'den son haber gelmişti. Bilgi tavla nöbetçisindendi. İsmail, tavla nöbetçisine:
Kımıldama yakarım! dedikten sonra, eklemiş:
Kibritini at!
Tavla nöbetçisi kibriti atmış. İsmail sigarasını yakıp, oradan hızla uzaklaşmış. Bu bilgi pek işe yarayacak bir bilgi olmasa da, İsmail'in daha uzaklara gitmediğini göstermesi bakımından yararlıydı. Bu sırada bir görüş ortaya atıldı:
Efendim, isterseniz, aramaya çıkmadan önce, kendisini bir kez uyaralım. Teslim olması için çağrı yapalım. Elinde de silah var, çatışma ne çıkabilir.
Bu uygun görüldü. Ancak, İsmail'e uyarıyı kim yapacak, kim "Teslim ol" diyecekti? Biri ortaya atmaz mı?
Efendim, İsmail, Ekmekçi Asteğmeni çok sever, o çağırırsa iyi olur!
İçimden öyle kızdım ki. Bana dik dik bakan komutan, "Peki" dedi, "çağırsın!"
Ben dağlara doğru bağırdım:
İsmail, ben Ekmekçi Asteğmen, beni duyuyorsan teslim ol! Her yanın sarıldı. İsmaiiiill, beni duyuyor musun?
Yanıt yok. Sonra, aramalar başladı. Bana da bir manga verildi. Mağaraları arayacağım. Savaş düzenindeyiz. Seslendim:
Yanında silahı olan var mı? Bir onbaşı:
Bende var komutanım! dedi.
Sen şöyle yanıma gel! Ağaçların tepesine bakın, diyorum. Ağaca çıkmış olabilir.
Herkes, görevli doktor Semih, sayrıevinde hazırlıklarını yapmış. Semih Gazeteciler Cemiyeti Başkanı Nezih Demirkent'in ağabeyi. O da Uzunada’da, birlikte askerlik yapıyoruz. Olayları anımsar..
Semih de, yedek subay, asteğmen ya, kimi erler ona "Albayım" diyorlar. Doktor Semih’i uyarıyorum.
Sana erler 'Albayım' diyorlar, sen albay değilsin, niye düzeltmiyorsun?
Düzelttim, diyor Semih, Benden önceki doktor albaymış. Beni de albay sanıyorlar! Hâlâ 'Albayım' demeyi sürdürüyorlar, ben de bıraktım arkasını...
İyi vallahi, diyorum, durduk yerde albay oldun!
Mağaraları, her yerleri aradık, taradık İsmail yok, yok...
Nereye gitti bu adam? Adadan yüzerek bir yere gitmedi ya.
Geceyarısına doğruydu, İsmail bulunmuştu. Atların bağlandığı tavlanın biraz ilerisinde bir ağacın altında uyuyakalmış. Hemen üzerine atılıp silahını almışlar. İsmail, ışıldakların kendisine çevrilmiş ışıkları altında şaşkın, "Ne oluyor?" diye bakıyormuş. İsmail kıskıvrak yakalanarak karargâha götürüldü. Sabaha dek ifadesi alındı. Uzun süre hapis yattı. Bizler terhis olup ayrıldığımızda İsmail sanıyorum içerdeydi... Tutuklanma korkusundan giriştiği serüven başına neler açmıştı!
Uzunada'yı hiç unutmadım. Acı, tatlı anılarıyla belleğimde yaşar. Bizde, askerlik anıları yazmak pek gelenekten değil. Aziz Nesin’in, Rıfat Ilgaz'ın , Uğur Mumcu'nun öyküleri var, tatlı tatlı okursunuz. Azız Nesin, Isparta'da şöyle dedi:
Evlenmeyen, evlendikten sonra çocuğu olmayan, askerlik yapmayan, bir de hapse düşmeyen aydın sayılmaz! Hop- palaaaa..
Askerlik yaşamı da, insan yaşamının bir parçası. Kızlar, bunun tadını bilmiyorlar.,.
12 Eylül'den sonra, Erbakan’ia, Türkeş Uzunada'ya gönderilmişlerdi. Telefonla Uzunada’yı arayıp Erbakan Hoca’yla konuşmuştum. Sordum:
Hocam, Uzunada çok güzeldir, orada sıkılmazsınız. Bizim incirler, zeytinler duruyor mu, nasıl? Hoca, içerlemiş gibi:
Duruyor! dedi, "Ne yapayım inciri, zeytini?" demeye getiriyordu
Bitkilere, ağaçlara da can veren, doğayı güzelleştiren insan...
Ali Nesin, Amerika'da Yale'de asistan profesör olarak çalıştıktan sonra, Berkeley Üniversitesi’ne geçmişti. Orada matematik okutuyordu. Ali’den söz ederken, bunu yazmadığımı anımsadım...
Sevan Bedros Nişanyan da, Amerika'da üniversite öğrenimi görmüş.
Isparta'da kısa dönem askerliklerini yaparken, orada tutuklanan Ali Nesin ile Sevan Bedros Nişanyan'a, "Cumhuriyet" gazetelerinin verilmediğini öğrendim. Askeri cezaevine sadece "Hürriyet" giriyormuş. Bu yanlıştır. Basın özgürlüğüne aykırı bir tutumdur. Tümen Komutanı Tümgeneral Yusuf Haznedaroğlu’nun, konuyla ilgileneceğini umuyorum...
13 Temmuz 1986, Cumhuriyet