İşçiler Arasında...

Avrupa'da iki ülkede, Belçika'da, Fransa'da on beş gün dolaştım, bu süre içinde, yolda, sokakta, kahvede bir kimsenin bir başkasına sinirlenip kızdığını görmedim. Kimse kimseye:
Önüne baksana ulan ya da:
Hay, ben senin.... demedi. Böyle bir söz duymadım. Bir davranış görmedim. Fransızların bir sözü varmış, yıllar önce Hüseyin Cahit Yalçın'ın bir yazısında okumuştum:
Kızıyorsunuz, demek ki haksızsınız! derlermiş...
Taksiye biniyorum, şoföre: “Günaydın efendim” demem gerektiğini biliyorum.
Günaydın! diye karşılık veriyor. Adresi veriyorum: “8, Avenue General De Gaulle, Esplanade.. ” diyorum. Bu Tanilli’nin Strasbourg'daki adresi.
Tamam! diyor. Basıyor gaza. Az sonra, apartmanın önündeyiz. Soruyorum:
Geldik mi?
Tabii, işte 8 numara.
Saatte yazan parayı ödüyorum. Teşekkür edip, iniyorum arabadan. Şoförler, şoför yanına hemen hemen hiç yolcu almıyorlar. Şoförün yanı da şoförün. Orada, gazeteleri, kitaptan, kimi zaman da köpeği varmış. Kimi şoförler, köpeklerini, yolcular bir şey yapmasınlar, diye yanlarında taşıyorlarmış. Ben görmedim.
Avrupa'da böyle ya, Türkiye’ye dönünce, olaylardan tüylerimin diken diken olduğu çok oldu. Herkes sinirli, öfkeli. Şu, “türban” konusu tartışılıyor ya, Avrupa’ya gitmeden 13 kasım günü Cumhuriyet'te yayımlamıştım bu konudaki Danıştay kararını. Yaz aylarında Cumhuriyet, kısa bir haber olarak iç sayfalarda vermişti. Danıştay kararının tam metni, ilk kez 13 kasım günkü gazetede “Ankara Notları”nda yayımlandı. Sonra, bir kez daha vurguladım. Ardından yurtdışına gittim. Döndükten sonra, Hürriyet’in aynı haberi, bu kez Evren'in YÖK'e yazısı biçiminde yayımladığını gördüm. Tartışmalar büyümüştü. Tercüman, Milli Gazete gibi gazeteler türbanı savunuyorlardı. Milli Gazete’de biri, Ali Sirmen'in bir yazısını eleştirirken, Cumhuriyet'ten “Babıali'nin Pravdası” diye söz etmez mi? “Hey Tanrının şaşkını” dedim içimden. Şener Battal’la konuşuyorduk, şöyle dedi:
Milli Gazete'nin kusuruna bakılmaz. Onlar, benimle bir konuşma yaptılar. Gazetede, 'Sayın Battal' yerine, ‘Sayın Aptal’ diye çıktı! Abuk sabuk şeyler yazıyorlar. Türban konusuna gelince türban dinsel bir giysi değil ki. Nur suresinin 31. ayetinde sözü edilen örtü, türban değil. Türban dışarıdan gelme bir şey. İnananlar, türbanı dinsel bir giysi sanıyorlar. Onu savunuyorlar. Solcular, Atatürkçüler de buna karşı çıkıyorlar. 20. yüzyılda türban taksa ne olur, takmasa ne olur? Sol da bu konuda Özal’ın oyununa geliyor. Özal, Zeynep olayıyla, Semra Hanım olayıyla, türban olayıyla kamuoyunu oyalıyor, fakir fukara ekonomiyi konuşmasın istiyor...
Erbakan Hoca, 163'le birlikte 141-142'nin kalkmasını istiyor da, Süleyman Bey'in dili varıyor mu, “kalksın” demeye?
Salı günkü Hürriyet’te gençlere taşıttırılan “Kızlarımız türbanla okula alınsın” pankartında “N”ler ters yazılmıştı. Anlaşılıyor “Vehbinin kerrakesi” böylece...
Neyse, kızmamaya alıştım ya, ben yine Strasbourg izlenimlerimi anlatayım daha iyi...
Strasbourg, “Alsace” dedikleri yer. Bir Fransızlarda, bir Almanlarda kalmış. İki ülke arasında düşmanlığın simgesi olmuş. İkinci Dünya Savaşı'ndan sonra, Fransızların olmuş Alsace-Lorraine. Alsace, Strasbourg; Lorraine de Metz işte. Ortak Pazar bile gerçekte, aralan soğuk olan bu iki ülkenin arasını ısıtmak için kurulmuş gerçekte. Strasbourg kanallarının ötesi Almanya. Strasbourg’daki mağazaların çoğunun üstünde Alman adları, levhalarda. Server Tanilli’nin arkadaşı Kemal'le, Strasbourg’un her bir yanını dolaştık. Pazarlarında gezdik. Kanalları seyrettik. Biz gezerken herkes yeni yıl alışverişindeydi. Alsace'ın üzüm bağları, şarapları çok ünlüymüş. Strasbourg’un ünlü katedralini, Avrupa Konseyi'ni gezip dolaştık. Hitler'in Yahudileri sabun yaptığı yeri gezmedik!
Katedralin karşısındaki Cafâ Cathedrale'de, kahve içtik. Kemal Koçak:
“İlhan Selçuk'la da burada kahve içmiştik yazın” dedi.
Akşamüstü, Strasbourg'daki “Türkiyeli işçiler Derneği”ne gittim dernek lokalinde, çay içtik. Burada, Türk işçilerin sorunlarını dinledim. 20-30 kilometre uzaktan gelenler vardı, görüşmek için. Strasbourg’da 20 bin kadar Türk var, bunun yedi bini işçi, gerisi işsiz, kadınlarla çocuklar...
İşçilerin sorunları, Türkiye'ye yönelik tümüyle. Konsolosluğun kendileriyle ilgilenmediğini söylüyorlar. İşçi Derneği'nden bir üye ölmüş, konsolosluktan din adamı istemişler. “O komünistin namazı kılınmaz” diye gelmemiş.
Geleceksiz bir kuşak yetişiyor burada! diyorlar. Yedi bine yakın öğrenciden, lise düzeyinde okula gidenlerin sayısı 76, okulu bitirenlerin sayısı ise 8. İşsiz gençlerin askerlik sorunları var, paralı askerliğe kimin gücü yeter ki?
Konsolosluk kimlikler için bayanlara, naylon kap vermiyormuş, “Naylon kaplar erkekler için gönderildi” deyiveriyorlarmış. Gericilik, din sömürüsü buralarda da almış, yürümüş. Yıllardan beri. Avrupa'ya giden parti yöneticileri, hükümet üyeleri, işçilerle hemen hemen hiç ilgilenmemişler desem yeri. Fransadakiler, Almanyadakilere göre üvey evlat gibi. Sordukları sorulardan biri tam Yılmaz Şipal’lık:
İşinden çıkan bir işçi, Türkiye’ye dönünce sigortası ne oluyor?
Bir bayan, derdini anlatıyordu. Şöyle dedi:
Bir derneğe giden kimseye baskı yapıyorlar. Pasaportumu yitirdim. Bir aylık pasaport verdiler. Yeniden gittim, “Senin pasaportunu uzatamayız” dediler. “Neden?” diye sordum, “Her yıl Türkiye'ye gider gelirim. Banka mı soydum?” diye ekledim. “Dikkatli konuş!” dediler. “Ne yapalım, okul görmedik, benim konuşmam bu işte. Ben Başkonsolosla görüşeceğim, beni onunla görüştürün!” dedim, “Randevun var mı?” dediler. Vardım, “Başkonsolos, dedi ki bana, ‘Sen başkonsolosluğa girmeyeceksin?' girmeyelim. Fakat ben vatandaşım, benim pasaportumu niye uzatmıyorsunuz?” kavga, dövüş pasaportu uzattırdık...
Bir işçi de şöyle dedi:
Gönderilen öğretmenler, Türkçe bilmiyorlar. Çocuklarımıza Arapça Kuran okutuyorlar.
İşçilerin yakınmalarından bazı tümceleri daha aktarmalıyım..
On dört yıldır Fransa’da çalışıyorum Buradaki güçlüklerden çok kendi ülkemden gelen güçlükler yıldırıyor beni.
Ben üç yıldır “refuge politique”ım (siyasal sığınmacıyım). Suçum, Özal'a karşı çıkmak, dernekte çalışmak. Yedi yıldır da, memleketten uzaktayım. Fransa'da sığınma isteminde bulunan işçilerin sayısı 20 bin. Bunlardan kabul edilenlerin sayısı altı bin. Siz yalnız vatandaşlığı yitiren aydınlardan, yazarlardan söz ediyorsunuz. Vatandaşlığı yitiren binlerce işçi var... Bizler niye memleketimize dönemeyelim?
Avrupa'da 2.5 milyon insanın Türkiye'ye katkısı oluyor. Hükümet göçmen işçilerin sorunları ile neden ilgilenmiyor? Bizi Fransa'ya vermişler, “Eti senin, kemiği benim!” diye. Sadece Fransa'dan gönderilen para, yılda beş milyon Frank. İşsizlik yüzde 20-25 burada. İstenen 45 bin frangı, paralı askerlik için nasıl versin?
Burada ilerici insanlar hakkında dosya tutuyorlar. Bizler, Türkiye’de, sadece yılbaşlarında, bayramlarda, tatil dönüşlerinde anımsanan insanlar olmamalıyız.
Kocam ilticacı (sığınmacı) öğrenci. Strasbourg belediyesinde evlendik. Konsolosluk hakkımda soruşturma açtı, “Kocanın adı ne? Türkiye’deki işi ne?” diye sordular. İlticacı olanları çağırıp “İşini hallederiz” diyorlar sonra Fransa makamlarına bildiriyorlar. Ben karşı koydum, “Ben kendimi Türk hissediyorum. Bana niye pasaportumu vermiyorsunuz? Vermezseniz, konsolosluğun önünde açlık grevi yapacağım” dedim. Arkadan çocuğumuz oldu, statüsü ne olacak? Bu kez çocuğu kaydetmiyorlar. “Sizin evliliğiniz gayri meşru! Türke yakışmaz bu! Sizin aileniz yok mu?” dediler. Bir dilekçe vermemi istediler: Nüfusa kayıt için, “... evlilik dışı beraber yaşadığım” diyecekmişim. Bizim ne Almanla, ne Fransızla derdimiz var, derdimiz konsoloslukla!..
Benim bir çocuğum oldu, adını Heval koydum. Konsolosluk, bir isim listesi hazırlamış. “Bu adı koyamazsın” dediler. İnsan çocuğuna istediği adı veremez mi? Güneydoğuda Heval adı çok...
Ben Fransa'da 12 yıldır çalışıyorum. Tüm düşüncem Türkiye’de, işkence tezgâhları ne zaman kalkacak? Lastikli coplarla mı demokrasi gelecek?
1983'te pasaportuma el konuldu, “Belli fraksiyonlarla ilişkin var” diye. Yeni bir pasaport verdiler. Bir yıl pasaportsuz kaldım. Türkiye’ye gidip geldim. Yeniden çağırdılar, “Sen bize haber vermeden nasıl Türkiye’ye gidersin?” diye.
Üç dört yıl önceydi, bir cenazemiz oldu. Türkiye'ye göndereceğiz. Başvurduk, “Para kalmadı, siz vatanın anlı şanlı evlatlarısınız, aranızda para toplar, cenazeyi Türkiye’ye gönderirsiniz!” dediler. Yılbaşı, kokteyl hazırlıkları yapıyorlar da, cenazeye yardım yapmıyorlar...
Biz emekli olunca, Türkiye'de de, buradaki haklarımızı koruyabilmeliyiz. Emekli olup, Türkiye’ye gidenlerin bedava doktor, hastane, hakları ölüyor. Babalarımız emekli olmaya başladılar. O ufacık emekli aylığıyla, bir de Türkiye’de doktor parası vermesinler.
Bize tam vatandaş gözüyle bakılması için “oy” hakkımızı kullanmalıyız. Biz Avrupa'da 2.5 milyon insanız. Mecliste temsilcimiz olmalı.