İnsanlık Öldü mü?

Bayramda, tutukevlerinde yatan ana-babaları, çocuklarıyla yüz yüze görüştürülmelerinin güzel bir şey olduğunu yazmıştım. Ankara'ya dönüşte buna ilişkin yeni mektuplar da buldum. Ankara’da Mamak Tutukevi'nde yatan Attila Asut, eşi de tutuklu olduğu için üç yaşındaki oğlu Ozan'la görüşemiyor. Çünkü Ozan’ı Tutukevi'ne götürecek onun soyadında kimsesi yok, Ozan’a anneannesi bakıyormuş, anneannesinin soyadı da başka. Kurallar düzenlenirken, bunlar gözden kaçmış olabilir. İçerdeki bir sanığı, örneğin kaynanası görebilmeli. Ya da, sanığın çocuğunu götürebilmeli. Bunlar insancıl davranış örnekleridir.
Geçen yıl Aziz Nesin in “Milliyet”te çıkan “Alamanya Alamanya...” yazı dizisinde. Peter Paul Zahl adında bir Alman yazarının öyküsü de vardı. Aziz Nesin, bir yaralama suçundan sekiz yıla hükümlü, otuz yaşındaki Alman yazarının ayda bir, iki ayda bir başka kentlere de götürülerek, oralardaki salonlarda okurlarının geldiği toplantılarda konuştuğunu onlara kitaplarını imzaladığını, gece de yine cezaevine geri getirildiğini yazmıştı.
Bazı tutuklular bilirim, babalarını, cezaevinde yatarken yitirmişler, ancak, cenaze töreninde bulunamamışlardır. Onlara bu törenlerde bulunma olanakları sağlanabilir.
Yeniden kuracağımız demokrasiyi, öfkeler üzerine değil, sevgi üzerine kurabiliriz.
Ankara'ya gelir gelmez yoğun bir çalışma bekliyordu. Olaylar da üst üste geldi...
İki Ermeni teröristin, Esenboğa'da yarattıkları saldırı olayında gece yarılarına dek, bütün büro çalışanları, ayaktaydı. Erbil Tuşalp, Işık Kansu, Faruk Bildirici havaalanındaydılar. Havva Can, Levent Sanin stajyer Murat Karataş hastaneleri, yaralıları, morgda ölüleri dolaşıyorlardı. Ölülerin saptanması güçtü. Amerikalı gazeteciler, gazetecilik uğraşıyla ilgili yapıtlarında bir olayda ölü varsa, ölülerin bir bir yoklanıp ölüp ölmediklerinin araştırılmasını önerirler. Ne güç bir iş değil mi?
Yalçın Doğan, Betül Uncular, Sedat Ergin, dördümüz bürodan olayları kolaçan etmekteydik. Teleks memuru Halil Özdemir'i unutmayayım.
Dışardaki diplomatlarımızın korunması da, bir ara sıkı bir biçimde ele alınır, giderek tavsar koruma işleri. Haydi yeni bir Ermeni cinayeti.
Profesör Sadun Aren, bir gün, 12 Eylül öncesi cinayetlerinden nasıl korunduğunu anlatmıştı, gülüşmüştük. Sadun Bey de, şimdi Ankara'da tutuklu. Gıyabi tutuklama kararı olduğunu öğrenince gitti, teslim oldu. Olay şöyle:
Sadun Aren, sabahları evden çıkınca yolun sağından değil, solundan gidermiş.
— Çünkü, diyor Sadun bey, bana ateş edecek olan terörist, herhalde bir arabayla yanımdan geçerken, ateş edecektir. Yolun solundan gidersem, oda arabayı sola almak zorunda kalacak, böylece trafik suçu işleyecektir. Trafik suçu işlememek için, beni öldürmekten vazgeçebilir.
Bazı görevlilerin, teröristleri etkisiz kılmak için böylesine bir önlemi olsun almaları gerekmez miydi?
Paris televizyonunda, Esenboğa olayını haber olarak okuyan bayan spiker haberi gülümseyerek okumuş. Bunda gülümseyecek ne var? İnsanlık öldü mü?
Amerika'da, Fransa'da, İran'da Ermenilerin “öc anıtları” var. Bunlar dikilirken, sesimizi çıkarmamış, kös dinlemişiz. Esenboğa'daki olayda bir Amerikalı bayan da ölünce, ilk kınama demeci. Amerika'dan geldi. Giderek unutulur. Koca Amerika, Amerika'daki öc anıtlarını yıktırabiliyor mu?
— Ben insanlıktan yanayım özgürlük anıtının bulunduğu ülkemde böyle şeyler istemem: diyebiliyor mu?
Ya Fransa? I-ıhh. Diyemediler. Diyemezler de.
Biz, bu ülkelere ağırlığımızı yeterince koyamıyoruz gibi geliyor.
— Canım, Türkiye bizim yardımlarımızla ayakta duruyor. Sesini çıkaramaz: diye mi düşünüyorlar?
Ülkede, tutuklularımıza, insanlık örnekleri verilmesini isterken, dışarıya karşı da bağımsızlığımızı, her yönden korumamız gerektiğini vurgulamak istedim...