İnsanın Değeri

Çankaya'dan Kızılay'a bazen dolmuşla, bazen otobüsle iniyorum. Boş gecen dolmuşlar, durakta durmayıp, gazlayıp gidiyorlar. Durukta, yanımda bir bayan yolcu filan varsa, durdukları oluyor. Kendi kendime:
— Acaba, kasketliyim da ondan mı durmuyorlar? diye düşünüp, içimden gülüyorum kendi kendime. Benimle birlikte bekleyen:
— Durmaz bunlar! diyor, sunturlu bir küfür savuruyor...
— Özel girişimci ya usunca, keyfine kalmış; diye geçiriyorum... İster bindirir, ister bindirmez!
Belediye otobüsünde, bir yolcu, durakta düğmeye bastı; otobüs durmadı. Yolcu da düğmeye basmada azıcık gecikmiş miydi? Adamın düğmeye basmasıyla, otobüsün hareketi bir oldu. Yolca, şoföre söyleniyordu:
— Şoför bey, inecek vardı!
Şoför oralı olmadı. Otobüs yoluna gitti. Yanımızdaki bir başka yolcu, bana:
— Şoför haklı, dedi, düğmeye basmıyorlar, sonra da şoföre kızıyorlar. Şoför haklı...
— Düğmeye bastı adam, dedim, ama azıcık geç bastı. Şoförün bu anlayışı göstermesi gerekirdi. Hem size bir şey söyleyeyim mi, her zaman direksiyondakiler haklı değillerdir. Bunu bilesiniz...
Konuşmamızı, tüm otobüstekilerle birlikte şoför de duyuyor, dinliyordu. Hiç sesini çıkarmadı. Yolcudan yakınan, onu suçlayan yolcu da sustu...
Bazı yolcu şoförden, şoför trafik polisinden, trafik polisi müdüründen, müdürü genel müdürden, genel müdür bakandan korkuyor. Zincirleme böyle gidiyor. Bunun yerini, yani korkunun yerini anlayış, sevgi alsa, sorunlar nasıl da çözüme kavuracak! Toplum nasıl da sağlıklı olacak?
Toplu taşım için yeni otobüsler alınacakmış. Maliyeti, yani ederi şu kadarmış. Taşınacak insanın ederi sıfıra indiriliyorsa, kaç para eder otobüsün ederi?
İkinci Boğaz Köprüsü'nün ederi de, bu kadarmış. Ya üzerinden geçecek insanların ederi, diye düşünmeliyiz. Ona neylesi değer veriyoruz?
Toplumda en büyük değer, en büyük maliyet insan değeridir. Bu da düşünceye verilen değerle ölçülür. Üstündeki giysilere verilen değerle değil...
Ahmet Rasim’in fıkrasını bir daha yazmıştım. Timur’la Nasrettin Hoca hamama gitmişler. Peştemalları kuşanmışlar. Timur, Hocaya:
— Bana bir fiyat biç! demiş...
— Yüz altın!
— Bre hoca, şu belimdeki peştamal yüz altın eder! deyince. Hoca;
— Ben de zaten ona biçmiştim, karşılığını vermiş...
Bir arkadaşım, şöyle dedi:
— Bir toplumun sağlıklı oluşu, hırçın insanları içinde barındırmasından anlaşılır...
Doğramacı’nın bazı yaptıklarını, usu başında insanın anlamasına olanak yoktur. Yıllarca bu ulusun parasıyla yetişmiş bilim adamını, düşünürünü kapı dışarı koymak, insan değerini yeterince ölçememek demektir. Lafla da peynir gemisi yürümez..
İki Karadenizli tartışıyorlarmış. Biri öbürüne bir söz söylemiş:
— Sen bana …… dedun!
— Demedum!
— Dedun!
— Dudum da! deyince, öbürü silahını çekip vurmuş, vurduktan sonra şöyle demiş:
— Haçan diyecedun dedum, demin niçun demedun dedum da şimdi diyesun dedum!
16.03.1983
Mustafa EKMEKÇİ
İsmet Paşa’nın Söyledikleri...
Bir “Ankara Notları”nda değinmiştim: Yakup Kadri Karaosmanoğlu, hasta yatağında eşine telefon ettirmiş, çağırmıştı:
— Hay hay gelirim, deyip gidememiştim.
Çok geçmedi, öldü Yakup Kadri. Cenazesi İstanbul’a giderken konuştuğum esi Leman Hanım:
— O sen misin? demişti: Seni öyle çok bekledi ki...
Yakup Kaan, gitseydim, ne anlatacaktı acaba? Yazamadığı, kimseye söylemediği bir anıyı mı? Kendisine sık sık gidenlerden değildim. Ancak, güvenmiştim 12 Mart dönemiydi, bazen telefon eder:
— Ekmekçi, yazılarından birinde, şöyle bir sözü kullanır mısın? Benim adımı yazma ama.. Derdi.
— Hay hay efendim...
Bir punduna getirir, Yakup Kadri'nin kullanmamı istediği o sözcüğü yazardım.
Kim için hangi sözcüğü kullanmamı İstediğini, “Ankara Notları”na baksam, bulup çıkarabilirim.
Şevket Süreyya Aydemir, bir yakın arkadaşına:
— Ben şu konuyu yazamadım. Belki yazmadan ölürüm. Bunu git, Ekmekçi’ye anlat, der...
Şevket Süreyya'nın yakın arkadaşı, onun ölümünden sonra, gelip anlattı. Anlatılanı yazmadım. Duruyor.
Gazetecilik uğraşını, tarihin içinde yaşandığı için çok seviyorum. Gazetecilik, işin doğrusunu araştırmayı gerektirir. Bildiğini, bir daha sormak araştırmak, iyi oluyor. Yıllardır edindiğiniz haber kaynakları bize güveniyorlar. Biliyorlar ki, konuştuklarınız aramızda kalacak.
Bir “Ankara Notları”nda, seçimlerin Ekim 1983’te yapılmasının sözkonusu olduğunu yazmıştım. Tarih de düşmüştüm: 16 Ekim 1983 Pazar günü.
Buna götüren bazı başka veriler de vardı, örneğin, yapılacak seçimlerin, Anayasa oylamasında kullanılan seçmen kübikleriyle yapılması. Yüksek Seçim Kurulu bu görüşteydi. Yeni kütük yazımına gidilirse, yaza yetişmez, seçimler de Ekim’de yapılamazdı. Taslak hazırlandı, Adalet Bakanlığına verildi. Adalet Bakanlığı tasarıyı, Bakanlar Kurulu’na gönderdi.
Tasarı Bakanlar Kurulu'nda henüz ele alınmış değil. Ele alınsaydı, bunu ipucu sayabilir miydim? Tasarı, yeni kütük yazım masrafı olmasın diye, bir önlem olarak hazırlanmış da olabilir mi?
Ancak anladığım, gerçek seçim tarihi 16 ekimin de bahara kalması, seçimin “ertelenmesi” anlamına gelebilir. Bahara kalması da, “zorunluluk halinde” olası. Zorunluluk ne olabilir? Bunu bilmiyorum. Konuştuğum bazı kabine üyeleri, konunun birkaç gün içinde açıklığa kavuşabileceğini söylüyorlar. Bazıları da on, onbeş günü bulur, derler. İzleyeceğim bakalım...
Siyasal Partiler Tasarısı, bu hafta içinde Konsey'e sunulabilir. Bu, Türkiye’de yeni partileşme döneminin başlayacağı haberidir...
Çok partili yönelime geçerken, eleştirilere karşı İsmet Paşa’nın söylediği sözleri, Faik Ahmet Barutçu’nun anılarından izliyorum. Paşa, şöyle diyor:
“Demokratik yönetim, insanlık yönetimidir. Biz bu yönetimi bütün çizgileriyle geliştireceğiz. Demokratik kurumlarımız tamamdır. Bir eksiğimiz ikinci partidir. Bu işin tarihçesi şudur: Eğer. İttihat ve Terakki, Hürriyet ve İtilaf girişimini her ne pahasına “olursa olsun, anlayışla karşılayabilmiş olsaydık, iki partii geleneği ve eğitimi şimdi yerleşmiş olacaktı. Sonrada Hürriyet ve İtilaf, işbaşına geçti ve kör tutkuları onları hainliğe kadar götürdü. Cumhuriyet döneminde Terakkiperver Fırkası’nı bizim arkadaşlarımız kurdular. Şeyh Sait isyanı bizi korkuttuğu için, yeni olan devrimi koruma kaygısıyla hu partiyi kanattık, ama hu iyi bir şey olmamıştır. Onu koruyacaktık, hata ettik. Korusaydık, şimdi bu gelenek de yerleşmiş olacaktı. Serbest Fırka girişimine gelince, bunu ben aşıladım, bu gerçeği Atatürk’e ilk ben anlattım. Çünkü kendi partimizin içinde gizli amaçların zaman zaman kendini gösteren belirtilerinden usanmıştık, taraftarlarımız kimlerdi, bize karsı konuşacaklar kimlerdi, ne amaçla konuşacaklardı. Bunları bilemezdik, pusudan çıkar gibi çıkarlardı. Serbest Fırka kuruldu. Fethi Bey, 1931’de iktidara gelmek istiyordu, kendisine, 1935’te iktidara gelmek üzere çalışmasını ve 1935’te iktidarı kendi ellerimle teslim edip, muhalefete geçmekle, nöbet değiştireceğimizi söyledim, kabul etmedi. Bu da onun hatası oldu. Atatürk, kuvvetli ve korkusuz bir adamdı. Ama isminin dedikodu konusu olmasına katlanamazdı. Bir gazete Serbest Fırka büyüklerinin Rumeli'li olduklarını, Genel Sekreterin Selanik'Ii olduğunu yazdı. Rumeli’li Anadolu’lu... Hedefin kendisi olduğunu anlayınca tepkisi şiddetli oldu. Ama yine de hata ettik. Her ne pahasına olursa olsun, koruyacaktık ve ikinci partiyi yaşatacaktık. Yaşatsaydık, şimdi bu eksiğimiz de olmayacaktı. Bu eksiğimizi tamamlayacağız. Bu kadar devrim yapmış olanlar, bunu da başaracaktır. Bu kuvveti ben kendimde görüyorum. Yalnız on yıllık bir uğraş ister. Osmanlı İmparatorluğundan ayrılan bütün uluslar, Sırplar, Bulgarlar, Yunanlılar, hatta Araplar ve Mısır becerirler de Türkler yapamazlar mı? Böyle şey olur mu? Mutlaka bunu da yapacağız. Baskı yönetimi kolaydır, önemlisi insanlık yönetimi olan demokrasiyi işletmektir. İkinci partiyi koruyacağım, büyük partiye ezdirmeyeceğim. Bu parti Meclis’te kurulursa, ona karsı durumumuz aynı olacaktır.”
(Faik Ahmet Barutçu, “Siyasi Anılar”, S: 285-286)