Ziya Gökalp Bulvarı'nda, SSK'nın iş hanı olarak yaptırdığı binada. Sadık Şide'nin onayıyla açılan mescitte, son Cuma, Diyanet İşleri'nden yeni bir görevli gelip konuştu. Bu kez konular arasında "Şen Sazın Bülbülleri" yoktu. "Arapça" vardı. Konuşan:
Arapça öğrenmelisiniz, diyordu. Müslümanlıkla ilgili sorulara Arapça karşılık vermelisiniz. Arapça öğrenmek çok kolaydır. On beş günde öğrenilir! En gabi (kalın kafalı) insan, Arapçayı bir ayda öğrenebilir!..
Okullarda Arapça dersleri konusunda "Ankara Notları"nda birkaç kez durduğum için, yineleme niyetinde değilim. Mescitlerde, camilerde bu konu gündeme getirildiği için, kurcalamadan edemedim. Okullar açıldı. Dersler arasında Arapça dersi diye bir şey yok. Yoksa eleştirilerden yılıp, vaz mı geçtiler, diye düşündüm. Kurcalamayı sürdürdüm. Milli Eğitimdekilerin en üst düzeyindekine dek, bu konudan haberleri yoktu. Peki nereden çıktı bu?
İlginç şeyler çıktı ortaya. Başlangıcıyla ilgili, eski Başbakan Bülend Ulusu'nun, buna ilişkin bir genelgesi mi vardı? Peki, Milli Eğitim eski bakanlarından Hasan Sağlam’ın genelgesi? Evet, evet, ikisinin de buna ilişkin genelgeleri vardı. Belki de, Batı ile aramızın şekerrenk olduğu sıralarda. Şimdi de öyle ya. Araplara iyice ısındığımızı belirtebilmek için, böyle bir şeye girişilmek istenmişti. Belki de, konunun mescitlerde söz konusu olup, dallanıp budaklanacağı pek kimsenin usuna gelmemişti. Belki çok kimse, "Aman elimizin altında bulunsun!" diye Arap harflerini öğreten “elifba”lar edinmeye başlamıştı. Çok kimse telaşlandı Arapça diye. "Elifi görse mertek sanacak" bazı "Tercüman" yazarları ise pek keyifliydiler. Neden konmasındı efendim, Arapça dersleri?
"Arapça dersleri konsun" diye genelgesi olduğu söylenen. Hasan Sağlam'ın, Bülend Ulusu'nun, "Ankara Nottarı"na yollayacakları bir açıklama, beni sevindirecek. Kamuoyu da, bu işin nasıl başladığını bilecek.
Bugün asıl diyeceğim şuydu: Camilerde, mescitlerde, cuma günleri yapılan konuşmaların önemini biliyorum. Burada, Atatürk devrimleri, ilkeleri, cumhuriyet anlatılmalıdır. Atatürk'ün yaptıkları ülkeye kazandırdıkları belirtilmelidir. Yetkililer, sorumlular, Diyanet İşleri'nin, ''hutbe”lerini inceleyip, denetlemeli. Bunlarda Atatürk ile ilgili bölümler yoksa bunun nedenini, hesabını sormalıdırlar. Bir okur anlattı: 30 Ağustosu mescitte bir din görevlisi anlatıyor. Çok güzel. Şehitlerden söz ediyor. Düşmanın yurttan kovulup atıldığını anlatıyor. İyi. Ancak okur diyor ki:
Konuşmacı, uzun uzun 30 Ağustosu anlattı da konuşmasında bir tek kez Atatürk'ün adı geçmedi. Böyle şey olur mu?
İlginç şeyleri sürdürüyorum: "Palyaço Adamlar Sergisinde..." başlıklı "Ankara Nottarı"nda, Tunca Toskay'ın, dostluğuna başvurduğu Mahir Kaynak, halen Gazi Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü'nün tek kadrolu doçenti. Tunca Toskay sık sık telefonla Mahir Kaynak'ı arayıp görüşünü alıyor...
* * *
Yalçın Küçük'ün "Aydın Üzerine Tezler”ini okuyorum. Daha bitmedi, bir yerinde kitabının şöyle diyor Yalçın Küçük, "Tanzimat”çılarla ilgili olarak:
"... Burada iki tez daha eklemek gerek. Tezlerden birisi şu: Doğru olabilmek için güçlü olmak gerek. Reşit'in yenilikçi partisi, ne sayıca ve ne de teorik açıdan güçlü idi. Bu tez aydın üzerine tezlerin tümünü takip edecek.
İkincisi ise şu: Türk aydın tarihi, Türk yenilikçi hareketler tarihidir. Bu, daha önce yazıldı ve yeni değil. Yeni tez, bunun devamı: Türk yenilikçi hareketler tarihi, aynı zamanda Türk gericilik tarihidir, ikisi aynı değildir. Yenilikçi hareketler tarihi ile gericilik tarihi, mühendislikteki model ile kalıp türünden bir ilişkide olduğu gibi iç içedir. Model, yenilikçi hareketler tarihi çıkınca kalıp kalır. Dökümde model alındıktan sonra kalıp işe yaramıyor.
... Şimdi, devam etmeden önce aydın üzerine tezlerin iki tezini tekrarlamak gerekiyor. Bir: Türk aydın tarihi, yeniliklere düşman halkı yenilikçi yapma mücadelesidir, iki: Her atılım, aynı zamanda, bir nesil içi kavgadır; her yenilik hareketi kendi kadrosunu yetiştirmek zorundadır. "Yalnız" Reşit, bir yandan modern okullar açılışını hızlandırarak; diğer yandan, Osmanlı elit sisteminin "intisap" yöntemini, bu yöntem üzerinde durulacak, uygulayarak kadro yetiştirmeye çalıştı. Ali'yi, Fuad’ı, Şinasi Efendi'yi korudu. Sonra bunlar ikiye ayrılarak, aynı nehrin iki kolu gibi, Reşit’i sürdürdüler, sürdürerek ileriye götürdüler.
Halk mı? Gülhane Hatt-ı Humayunu okunduğu zaman Türkiye’de bulunan ve gözlemler yapabilen bir yabancı, C. Hamlin, şunları kaydetti: 'Hatt’ın ilanı memlekette büyük bir hayret ve şaşkınlıkla karşılandı. Eski kafalı Müslümanlar Hatt'ı lanetle anıyorlardı.’ Halk, Tanzimata, kesinkes muhalif oldu."
Yalçın Küçük'ün kitabı ilgiyle okunuyor...
15 Ekim 1984, Cumhuriyet