İki Dünya Arasında...

28 aralık günlü, “İki Ateş Arasında...” başlıklı “Ankara Notları”nda, Ataol Behramoğlu'ların Paris'te çıkardıktan “Anka” adlı Fransızca-Türkçe, yazı dergisinden söz etmiştim. “Anka” yöneticilerinden Behramoğlu’ndan gelen bir kartta şöyle deniyor:
“Dergiye Türkiye’den, özellikle hapishanelerden mektuplar yağdı. Şiirler gönderenler oldu. Çok duygulandık Bayrampaşa Cezaevinden gelen bir mektupta şu satırlar var: '1983'ün ikinci ayından beri karakol, şube, Selimiye, Metris, Sağmalcılar olmak üzere hâlâ yatmaktayım. Sanırım 5-6 yıl daha yatarım içeri alındığımda oğlum Cihan 15 günlüktü. Şimdi ziyaret kabinlerinde, askeri gardiyanların arasında oyun oynuyor Arada bir de bana bakıyor. Bu çocuk bir büyürse, diye düşünmeden edemiyorum. Zira altı yıllık baskı dönemi içinde doğan çocuklar, cezaevleri önünde büyüdüler ve serpilecekler…'
Mektubu yazan arkadaş, Anka'yı okuyamamanın üzüntüsünü belirterek başlıyor mektubuna. Onlarca mektup aldık böyle. Hepsine teşekkür ediyoruz. Bizi yüreklendirdiler…  ‘Anka’ Fransız dilinde yayımlanan bir dergi. Amacı, Fransız okura ve Fransızca yoluyla da daha geniş bir kesime Türkiye edebiyatının sıcaklığını, atan nabzını duyurmak. Aldığımız mektuplar da bu nabzın, bu sıcaklığın bir parçası, hatta kaynağı değil mi? Hapishanelerden, yurdun her yerinden mektup göndererek bizi destekleyen yurtseverlere teşekkür ediyoruz...”
İsveç'te yaşayan, son sıralarda yurttaşlığı yitiren yazar Demir Özlü’yle, Strasbourg'da Server Tanilli'nin evinden konuştuğumu yazmıştım. O telefon görüşmemizden sonra, yolladığı mektupta Demir Özlü, şunları yazmış:
“Pek Sevgili Mustafa Ekmekçi,
Sesinizi duymak pek mutlu etti beni. Tanilli Hoca da büyük bir mutluluk duymuş. Kuşkusuz size de ifade etmiştir. Ben hiç haber götürüp getirmeyi sevmediğim halde, dayanamayarak, onun mektubundan (son mektubu 18 aralık tarihli) sizle ilgili satırları şuraya kaydetmekten kendimi alamayacağım: ‘…Bir, ikinci kez, bizim Sevgili Ekmekçi geldiğinde duydum sesini; o da.. Yıllardır ilişkide olsak da, ilk kez karşılaşıyordum onunla. Pek hazzettim. Şeker gibi adam. Kasıntısı olmayan bir ciddi aydın; sanıyorum halk kökenli oluşunun büyük payı var bunda... Gelişi bir manevi rahatlama yarattı bende; demek gereksinmem varmış.' İşte böyle.
Kazım Oksay'ın, Sayın Aydın Güven Gürkan’ın Mecliste gündem dışı olarak yaptığı konuşmaya karşılık verirken kullandığı uydurma, gerçeğe uymayan, saçmalığın sınırlarına varan ithamlarından söz etmiştim. Ardından Meclisteki konuşma metinleri ulaştı elime. Gerçekten Bay Oksay’ın söylediği sözler o denli gerçekten de, fantaziden de uzak ki, oturup ciddi ciddi karşılık hazırlamaya ve vermeye de değmeyecek. Bugünkü devletimizin haber alma kaynaklarının düzeyinin pek derme çatma olduğu ortaya çıkıyor ki, bu noktada üzülünecek bir şey varsa, bu üzüntü benim karşısında kaldığım tutarsız suçlamalar dolayısıyla bende doğmuyor, hemen yönetimin durumu ile ilgili bir üzüntüye dönüşüyor. Bu yüzden avukat arkadaşlarımla, kendisine karşı ilk anda açmayı düşündüğümüz manevi tazminat davasını açmaktan da vazgeçtik. Kendisine İsveç ve Danimarka radyoları yoluyla cevap vermiştim. Onlar, ellerine geçer ve karşılık olarak yeter de artar bile.
İsveç Radyosu’nun Türkçe bölümü, İçişleri Bakanı Yıldırım Akbulut’un, Sayın Cüneyt Canver’in soru önergesine verdiği karşılıkta, benim, Avrupa'daki sol hareketlerin başını çektiğimin tespit edildiğini söylediği belirtiliyordu. Bakanın cevabı bu sınırlar içinde ise, ona da söyleyeceğim bir şey yok. Çünkü ister yurtiçinde, ister yurtdışında olsun sol etkinliklerde bulunmak her insanın pek doğal bir hakkıdır. Bunu Batılı dostlara da çevirip anlatmak zor. Bir İsveçlinin ya da bir Fransızın, yurtlarının dışında sol etkinliklerde bulunduktan öne sürülse, kimse bunu anlamaz ve öne sürülen düşünceye güler geçer. Çünkü pek doğal bir haktır böyle bir şey. Böyle bir şeyin yasak olabileceği ya da o İsveçli ya da Fransızın, böyle etkinliklerde bulunduğu için yurttaşlığından çıkarılacağı -elbette- kimsenin aklına gelmez. Bu noktada, bugünkü yönetim öne sürdüğü savlarla, ne yazık ki sadece kendi kendini pek kötü bir duruma düşürmektedir. Bu Sayın Bakanlarımız, Batı demokrasilerinin düşünsel yapısı ve üzerinde yükseldiği ilkeler konusunda bilgi sahibi değillerse, okuyup öğrenemezler mi? Biz de bir şeyler öğrendikse okuyup öğrenmedik mi? Bunun başka yolu var mı?
Uzun sözün kısası, iki dünya arasında o denli büyük bir düşünsel uçurum var ki. Ne yazık ki, biz bu büyük farkı düşündükçe üzülüyoruz. Tevfik Fikret, bu noktada haklılık kazanıyor:
'Onlar niçin semada, niçin ben çukurdayım?/Gülsün neden cihan bana, ben yalnız ağlayayım?'
İşin tuhaf tarafı, sayın bakanların ileri sürdükleri savlarla, benim düşünce özgürlüğümü korumak ve kullanmak konusunda yaptığım etkinliklerin hiçbirinin birbirini tutmaması. Sayın idare, benim etkinliklerimi bilmediği için, doğrusu bunları ben bir bir açıklayabilmek isterdim. Çünkü hiçbirinin çirkin maksatlarla ve suç oluştursun diye yapılmadığını, ben kendim biliyorum. Kapsamları, anlamları da öyle değil. Ama fırsat buldukça bunları bir bir açıklayacağım.
İlhan Erdost'un vahşice ilkelce öldürülmesinden sonra, İsveç Yazarlar Birliği’nin Genel Kurulu’nda, bu konuda, beş yüz yazarın önünde konuştum. Ne yapmalıydım? Susup oturmalı mıydım? 'İlhan Erdost Darwin'i yayımlamıştır, öyleyse vahşice öldürülmesi pek yerindedir' diye mi düşünmeliydim? Bu konuşmamı bilmiyorlar. Ben olanak bulunca açıklayacağım. 1982 Şubat ayında HDF'nin ilk toplantısında, yeni hazırlanan anayasa taslağıyla ilgili eleştirel konuşmalar yaptım. Bunlar suç ise, Türkiye’de düşünce özgürlüğü kaldırılmıştır demektir. 1982 nisan ayında, Alman Sosyal Demokrat Partisi’nin bugünkü sol programını yazan, ileri gelen yöneticilerinden Hans Ulrich Klose ile bidikte, hem Türkiye’deki tutuklamaları protesto eden hem de anayasa taslağını eleştiren büyük bir basın toplantısı yaptık Hamburg'da. Sayın bakanlar bundan da söz etmiyorlar 1982 ekim ayında Londra’da PEN Genel Kurulu’nda, Türkiye'de yazarların yaratma özgürlüklerine getirilen sınırlamaları ve baskıları anlatan iki konuşma yaptım. Aynı konuda 82 kasım ayında Finlandiya basınına ve televizyonuna konuştum. Sayın bakanların bunları söz konusu etmelerini, gerekirse bu konuşmaların metinlerini okumalarını isterdim. Sonra yazdığım bütün yazıların da metinleri ortada. Onlara her zaman onurla sahip çıkacağım.
Şimdilik sadece 1983 temmuz ayında Türkiye cezaevlerindeki baskılara karşı açlık grevleri başlayınca, Avrupa'da yayımlanan ve ilk imzayı büyük yazar Heinrich Böll’ün attığı ‘İnsanlığa Sesleniş' bildirisinin Türçe ve Almanca örneklerin gönderiyorum. Ben Heinrich Böll'le, -bu büyük insan ve büyük yazarla- aynı bildirinin altına imza atmış olmanın kıvancını bütün yaşamım boyunca taşımaya çalışacağım...”
Daha önce de, izlenimlerimi aktarırken belirttiğim gibi, Avrupa'daki çoğu Türk aydınlarının gövdeleri orada ama kafaları Türkiye'de.
Hoş, gövdeleri Türkiye’de, kafaları dışarda olanlar yok mu? Karışık işler vesselam!
DÜZELTME: 22 ocak perşembe günkü Ankara Notları'nda, Erdal İnönü'nün yemeğinde bulunanlardan UBA Genel Yönetmem Baki Özilhan'ın soyadı, yanlışlıkla Şehirlioğlu diye yazılmıştır. Düzeltir, Özilhan'dan özür dilerim. M.E.