İğneyi Kendimize... (1)

Bugün, basın ile sağın (hekim) ilişkilerine değinmek istiyorum. Zaman zaman gazetelerde, uzgöreçlerde, sağınları, bacıları acımasızca suçlayan eleştirilere rastlıyorum. Doğrusunu söylemem gerekirse, bunlara çok üzülüyorum. Kimin kimden ne istediğini anlamam olanaksız.

Bir sağın (hekim) daha önce çalıştığı kurumunun ileri gelenlerini yerin dibine batırıyor acımasızca. Sağın ya o eski görevinden ayrılma durumunda kalmış, kurum yöneticileriyle kişisel çekişme içine girmiştir. Diyelim, emekliliği gelmiş, çalışma dönemi uzatılmamıştır. Kendi hakkının yandığını düşünür. Burada haksızlığa uğradığı inancı ile öç alma duygusu ön plana çıkmıştır. Bulduğu bir gazetede ya da uzgöreçte döşenir de döşenir. Bunların aslı var mı yok mu diye de kimse sormaz. Hatta:

Kardeşim, siz daha önce bu kurumda çalışmadınız mı?

Çalıştım.

Eee, çalışırken niye sustunuz da şimdi parlıyorsunuz diyen çıkmaz.

Basın da uzgöreç de bu noktada bal gibi dolduruşa gelir.

Konu, bir süre önce, sağınlar arasında tartışıldı, deşildi. Türkiye Yüksek İhtisas Sayrıevi'nden Oğuz Taşdemir, sorunu bir bildiriyle gözler önüne serdi. Medyanın bu olaylara çok ilgi göstermesinin nedenlerini sıraladı. Bunların başında, Türkiye’deki bölgesel, yerel radyolarla, uzgöreçlerin çokluğu gelmekteydi. Bunların sayısı şöyleydi: Halen 108 bölgesel, 1058 yerel, 36 ulusal olmak üzere 1462 radyo, 15 bölgesel, 229’u yerel. 15'i ulusal olmak üzere 259 uzgöreç yayın yapmaktaydı.

Bu denli çok sayıda istasyonun varlığından büyük bir rekabet yaşanıyordu.

Uzgöreç izleyicilerini arttırmak için sansasyonel gıcıklayıcı, halkın doğrudan ilgisini çekecek izlencelere gereksinim vardı.

Rating artışı, reklam alımında artış, o da tecimsel kazanç artışı demekti. O halde, medyanın rating arttırıcı izlencelere gereksinimi vardı.

Milliyet gazetesi yazarlarından Ahmet Oktay. 15 Şubat 1996 günü yazdığı “Haber, Yalan, Kamu" başlıklı yazısında, özetle şöyle diyordu:

... Siyasal ya da teknolojik her devrimin katilleri ve kurbanları vardır. Düşünmeyi, sormayı, dikkat etmeyi savsakladığımızda, katil değil, belki suç ortağı, ama asıl anlamda kurban olacağımızı bilelim" diyor, yazısını şöyle sürdürüyordu: "TV'lere rating sağlayan seyircilerin nerede ise yüzde 80’lik çoğunluğu hem reeI hem de virtüel kurbandır. Seyirci kimsenin umurunda değildir. Kendini kamuoyu yerine koyan, onun ekrandaki cisimlenmiş vicdanı kisvesine bürünen ve dahası kamuoyunu yönlendiren bir görsel varlığın sesiyle konuşan yorumcu, aklına geleni değil ağzına gelem söylemekte, kendini özgür ve dokunulmaz hissetmektedir.

Yılmaz Çetiner de şunları söylüyor;

... TV lanet olasıca bir hayaldir... TV güçlü ve tehlikeli bir oyuncak silahtır... TV çok şeye muktedirdir. Ama hiçbir şeye muktedir değildir... TV’de istediğiniz şeyleri işitebilirsiniz, ama bunlar hakikat değil, hayaldir... Patronların, yöneticilerin, programların rating için kendilerini nasıl sele kaptırdıklarının, diyalogları ve kareleri... Anlaşılan kader bu!.. TV’de bu ülkenin geçtiği, kargaşayı biz de geçireceğiz!..

Doç. Dr. Oğuz Taşdemir, bildirisinde, uzgöreçlerin kamuoyunun vicdanı, sesi ve gözü olma savlarına dikkati çekerek şunları da söyledi:

Programların birçoğunda, legal kurumlara karşı oluşan güvensizlik duygusunu kullanarak programda yer alan haber kaynağının (ihbarcı) sözleriyle olayları olduğundan daha abartılı, bilge edası ile göstermenin, genel olarak kamuoyunu bilgilendirme ve araştırma adına yapıldığı vurgulanmaktadır. Programın sunuluş tarzı, olayların temelinde yatan çarpıklıktan ve problemleri açığa çıkarmak yerine kamuoyuna 'suçlu göstermeye' yönelmiştir. Adeta hem savcı, hem hâkim yerine soyunulmuştur. Özellikle sağlık problemlerinin tüm faturası hekimlere kesilir. Hasta ölür, suçlu hekimdir, hasta hastaneye yatamaz, suçlu hekimdir; hasta hastaneye ücretim ödeyemez, suçlu hekimdir.

Her meslekte olduğu gibi olayı işleyen TV programcısı ya da yazarın da kendi kariyerini yükseltme içgüdüsü olaylara hâkimdir. Genelde yorumcunun konuşma tarzı ve tavırları kendinin toplum adına hareket ettiği ve kendisini topluma adadığı imajını vermeye çalışır. Bu şekilde kendileri dokunulmazdır, bu tip programlan ancak kendileri yapar, mesajını da hiçbir zaman ihmal etmezler. Böylece baskın basanındır!' ilkesi ile olaylardan etkilenen kişilerin hukuksa/ haklarına daha baştan bir manevi baskı da uygulanmış olur.

Doç. Dr. Oğuz Taşdemir'e göre hedef alınan sağınlar ile kurumların ortak özellikleri var. Şöyle:

. İlgili sağınlar çoğu zaman toplumca tanınan kimselerdir. Haklarında söylenecek her şey seyirci ya da okuyucunun doğrudan ilgisine açıktır.

. Sağınların ve kurumların en önemli eksiklikleri ise şöyle: Basınla ilişkiler kopuk; çoğu kurumun basınla ilişkilerini düzenleyecek bir basın ve halkla ilişkiler bürosu da yok: gelişen olaylarla ilgili olarak gerek kurum, gerekse sağınlar çoğu kez sorulan yanıtlamaya yanaşmıyorlar.

★ ★★

İzmir fuarında TÜYAP Kitap Şenliği’nde bugün İsmail Gülgeç standında kitaplarını imzalayacağım. (ME)