TV'de haberler özetlenirken, şöyle deniyordu:
“Bayram sürüyor..." Ne kötü gazetecilik! Bayramın sürmesi bile haber sayılıyor. Bayram boyunca parti başkanları arasında, din sömürüsü yapmayan tek kişi, Hinthorozu Erdal Bey miydi?
Şiar Yalçın, Arapça-Farsça kırması Osmanlıcayı iyi bilir. "Kurban Bayramı"na “büyük bayram” derler ya, Şiar, şu dizeyi söyledi:
“Bepors ez küsfendan macerayi ıyd-i adhara"
Büyük bayramın serüvenini sen bir de koyunlardan sor! demek. Burada: Bepors - sor, küsfendan = koyunlardan, macera = serüven, ıyd-i adhara = büyük bayram...
Kurbanlık koyunları meler görünce, Küçük Emre tutturdu,
Bana da bundan alın, ama kesmeyin! dedi...
Bayram süresince Ankara’dan kaçamayanlar, yakınlarıyla bayramlaştılar. Mahallenin çocukları, şeker bayramında olduğu gibi, bayramlaşmaya gelmediler. Et bayramında şekerin ne hükmü olurdu?
Erhan Karaesmen, bayram öncesinde Gülhane’de kalp ameliyatı oldu. İkinci bayram evine çıktı. Emekli öğretmen Ali Rıza Kayaalp, kalp krizi geçirip Numune Hastanesi’ne kaldırıldı. Hâlâ orada. Veli Küçükokur, Tıp Fakültesi Gastroenteroloji Bölümü’nde yatıyor. Veli Tuncelili bir genç. İçimizden biri. İyileşip, ayağa kalkacağına inanıyor. Tek direnci, yaşamasevinci. Ona Aydın Aydemirle birlikte gittik, öyle sevindi ki...
Aziz Nesin’in oğlu Prof. Ali Nesin’le Sevan Bedros Nişanyan, bugün Konya Askeri Mahkemesi’nde yargılanıyorlar. Duruşmalar, daha önce Isparta'da sürüyordu. Savunmanların yargıçları reddetmeleri, Yargıçlar Kurulu'nun da kendiliğinden çekilmesi üzerine Askeri Yargıtay, davaya bakması için dosyanın Konya Askeri Mahkemesi’ne gönderilmesine karar verdi. Bugünkü duruşma Konya’da ilk duruşma. Sanıklardan, Berkeley Üniversitesi Matematik Profesörü Ali Nesin’in sözleşmesi, bu ay sonunda sona eriyor...
***
Bu, "Ankara Notları”nda, "basının kendi kendini denetimi" üzerinde durmak istiyordum. Bir çeşit iğneyi kendimize batırmak. Bu konuda girişimde bulunan Oktay Ekşi'den bir mektup da almıştım. Düşüncelerimi soruyordu. Mektubu yanıtla- yamadım, vaktim olmadı. Şimdi bazı gözlemlerimi, izlenimlerimi anlatacağım:
1960’lı yılların başları, gündemde "Basın Ahlak Yasası", ona dayanarak oluşturulan “Basın Şeref Divanı" var. Basın Şeref Divanı’nın Başkanı Prof. Naci Şensoy, Sekreteri Abdi İpekçi. O yıllar Milliyet’in Ankara Bürosu’nda çalışıyorum. Ankara Gazeteciler Sendikası Genel Sekreterliği'ne de seçilmişim, koşturup gidiyorum. Bir gün, Basın Şeref Divanı’nın toplantısına katılmam gerekti. Sendika adına gideceğim. Ankara Gazeteciler Cemiyeti'nden de Güngör Yerdeş katılıyor, ikimiz gittik. Toplantı başladı Başkanlık yerinde Naci Şensoy, Sekreter Abdi ipekçi. O gün, Basın Ahlak Yasası’na uymadığı için üzerinde konuşulacak bir iki gazetenin durumu var. Toplantıda, anımsayabildiğim Emil Galip Sandalcı, Bedii Faik, Prof. Sahir Erman filan da var. Güngör’le ikimizi o toplantı için yazmanlığa seçtiler. Biri eğildi kulağımıza:
Ulan, enayi misiniz? Yazman olunur mu? İstanbul'a gelmişken gezin tozun biraz, Beyoğlu'na çıkın, Yazmanlığı İstanbullular alsın...
Olmuştu bir kez artık. Toplantı açıldı. Bir gazete, yollanan açıklamayı mı yayımlamamış ne olmuş, o gazete ile ilgili karar alacağız, açıklamanın yayımlanmasına karar vereceğiz. Toplantının ortasında içeri biri girdi. Emil Galip Sandalcı’ya kapalı bir zarf verdi, gitti. Emil Galip zarfı açtı, okudu. Gülümsedi. Bir şey olduğunu sezmiştim. Zarfı uzatması için işaret ettim. Verdi, açıp okudum. Yazı, Emil Galip'in o sıra çalıştığı Yeni Sabah Gazetesi sahibinin imzasını taşıyordu. Yazıda da “Şu andan itibaren görevinize son verilmiştir, bilginize..." deniyordu. Şaşıp kalmıştım. Basın Ahlak Yasası'na aykırı davranışlarda bulunan bir gazeteyi cezalandırabilecek bir kuruluşun Basın Şeref Divanı’nın üyesi bir yazar, işverence 2 satırlık bir yazı ile işten çıkartılabiliyordu. Bu işte bir terslik olduğunu düşündüm o zaman. Kurul o anda, bilgilendiği Emil Galip olayına el koyması gerekirken, hiçbir şey yapamadı. Üyeler, içlerinden “çık çık çık" dediler, o kadar.
Basın Şeref Divanı’nın toplantılarına bir daha gitmedim. Divan etkisizdi, şundan: Yaptırımı yoktu. Örneğin gazetenin ilanını kesemiyordu. Gazetelerin tanrısı ise ilanla, reklamdı. Kınamışsın, mınamışsın, umurlarında olmayabiliyordu. Gazetenin bir köşesine, “Bu gazete Basın Ahlak Yasası'na uyar” diye bir tümce konuyordu. Çoğu da uymuyordu. Tek etkili yaptırım, divanın kararlarının radyodan ilan edilmesiydi. Radyodan ilan da ters işleyebiliyordu.
Basının kendi kendini denetimi konusunda daha çok şey söylenip yazılacaktır, özünde, basının, gazetecinin kendi kendini denetlemesinden yana olduğumu okurlar bilirler. Ergun Göze ile ilgili bir davamızda bunu mahkemede de yargıca söyledim; “Gazeteciler, gazeteler, mahkemeleri boşuna uğraştırmasınlar" dedim. Gazetecilikte, yazarlıkta yaptığım işin büyük bölümü, kendi kendimi, basını denetlemekle geçer. Eleştirilerden başımın derde girdiği de olur. Çünkü basında kimse burnundan kıl aldırmak istemez. 35 yıllık gazetecilik yaşamımda kimi gazeteciden az çekmedim!
Yükünü tutmakla uğraşan, köşe dönmeye bakan kimi gazetecinin neresini denetleyeceksiniz? Yanlışlık, basının oluşumunda bile diyebilirsiniz, bu durumlarda.
Yasalar, Damokles’in kılıcı gibi tepenizde. Bir “işkence" konusunu ele alacak olsanız, yanınızda kimseler yok!
Basının kendi içinde sevgiyi, özveriyi yaratması gerektiğini de unutmamak lazım. Sevgisiz hiçbir iş yapılamaz.
21 Ağustos 1986, Cumhuriyet