Erdal Elgin, 31 Aralık 1985 günü Malatya özel tip cezaevinden çıktı. O gece yola çıkıp, Konya’ya, eşinin ailesinin yanına geldi. Telefonla aradığımda uyuyordu. Sonra konuştum. Erdal Elgin öğretmendi. Konya'da, yazdığı bir şiirle ilgili olarak soruşturma açılıp, mahkemeye verilmiş, hüküm giymişti. Erdal cezaevinde boş durmadı, ozan yüreğiyle şiirler yazdı, “Ankara Notları”nı izleyenler, çok kez, adından söz etmeksizin “E.E." simgesiyle aktardığım şiirlerini anımsarlar. Erdal'ın işlemleri kısa sürmüştü. Arama tarama öyle uzun olmadı. Daha önce askerliğini bitirmiş olması, işlemlerin uzamamasında etken oltu. Kısa konuştuk, şöyle dedi:
İyi bir otuz iki ay oldu: iyi değerlendirdim. Boşa geçmiş sayılmaz...
Cezaevinde okuyabildiğince okuması, şiirler yazması. Erdal öğretmenin, otuz iki ayı, bir arkadaşının Orhan Kemal'e dediği gibi, "peynir ekmek gibi" yiyip bitirmesini sağladı. Erdal Elgin, cezaevi ürünlerini de değerlendirmeli, bunları bir yapıtta toplamalı. Bunu yapmasında yayıncılar yardımcı olmalılar.
Nazım, "Hapiste Yatacak Olana Bazı Öğütler” adlı şiirinde şöyle der:
"Dünyadan, memleketinden, insandan/Umudun kesik değil diye/İpe çekilmeyip de/Atılırsan içeriye/Yatarsan on yıl, on beş yıl/Daha da yatacağından başka.
Sallansaydım ipin ucunda/Bir bayrak gibi keşke / demeyeceksin / Yaşamakta ayak direceksin./Belki bahtiyarlık değildir artık,/Boynunun borcudur fakat./düşmana inat./Bir gün fazla yaşamak.
İçerde bir tarafınla yapayalnız kalabilirsin,/Kuyunun dibindeki taş gibi./Fakat öbür tarafın/Dünyanın kalabalığına/öylesine karışmalı ki./Sen ürpermelisin içerde,/Dışarda kırk günlük yerde yaprak kıpırdasa./içerde mektup beklemek./Yanık türküler söylemek bir de,/Bir de gözünü tavana dikip sabahlamak/Tatlıdır ama tehlikelidir.
Tıraştan tıraşa yüzüne bak,/Unut yaşını, koru kendini bitten,/ bir de bahar akşamlarından;/ bir de ekmeği/Son lokmasına dek yemeyi,/Bir de ağız dolusu gülmeyi unutma hiçbir zaman.
Bir de kimbilir,/Sevdiğin kadın seni sevmez olur,/Ufak bir iş, deme,/Yemyeşil bir dal kırılmış gibi gelir,/İçerdeki adama.
İçerde gülü, bahçeyi düşünmek fena./dağları deryaları düşünmek iyi./Durup dinlenmeden okumayı yazmayı,/Bir de dokumacılığı tavsiye ederim sana./Bir de ayna dökmeyi,/Yani içerde on yıl, on beş yıl,/Daha da fazlası hatta/Geçirilmez değil,/Geçirilir,/Kararmasın yeter ki/Sol memenin altındaki cevahir!"
Biz içerdekileri düşünüyor muyuz? Onların içerde insanca yaşamalarını sağlamak için neler yapıyoruz? Cezaevine düşen kişi, dört duvar arasındadır, özgürlüğü kısıtlanmıştır, yoksundur ondan. Ancak, örneğin kitap okuması, yazı, şiir yazması, resim yapması, bir iş öğrenmesi, yakınlarıyla görüşmesi yasaklanamaz. Dünyası karartılamaz...
Kimi cezaevlerinde, tutuktular yakınlarıyla görüştürülmüyorlar. Bu, yanlış bir uygulama. Soyutlanan kişi, salıverildiğinde, ya da bir bağışlama yasasıyla çıktığında, topluma nasıl uyum sağlayabilir?
Cezaevindeki insanın bir de cinsel sorunu vardır. Uygar Avrupa ülkelerinde, bu soruna da çözüm aranmış, bulunmuştur. Evine izinli yollanması, eşiyle yakın görüşmesi sağlanmıştır.
İstanbul'a gittiğimde, Selimiye'de "Yazarlar Sendikası” davasının bir duruşmasını izlemiştim. Duruşmada, sanıklardan Avukat Mehmet Ali Sebük bir konuda görüşünü açıklarken oturduğu yerden -yargıç, yaşlı olan Sebük'ü ayağa kaldırmamış, oturduğu yerde konuşmasını istemişti- yargıca şöyle demişti:
Nazım Hikmet, cezaevinde. Münevver Hanım'la özgürce görüşürdü. Nazım’ın oğlu Memet, ana rahmine cezaevinde düşmüştür. O zamanlar, ‘despot” dediğimiz İsmet Paşa dönemidir bu...
Mehmet Ali Sebük, bu konuya "Nazım Hikmet’in Özgürlük Savaşı" adlı yapıtında da değinir. Şöyle der:
"Batı ülkeleri hapishanelerinde, cinsel sorunlar bilimsel açıdan ele alınmıştır. Hükümlü, karısıyla, hapishanenin belli bir bölümünde yalnız bırakılır. Bazen de gece evine gitmesine izin verilir. Bu infaz sisteminde yeni uygulanmaya başlayan bir kuraldır. Ülkemizde bu konu henüz ele alınmamıştır"
Sebük, Nazım'ın içkiyi sevmediğini, hapishanede ağzına içki sürmek istemediğini anlatır. “Yalnız, Sıhhiyeci Vehbi onun için özel ve zayıf alkollü bir votka yapardı. Onu ara sıra içerdi" diye ekler. Nazım’ın tavla oynamasına göz yumulur. Nazım, kumar yüzünden işlenen suçlara tutulur. Ancak cezaevlerinin birinci sorunu keyif veren zehirlerdir.
Sebük, "Nazım, kendini bunlardan kurtarmakla maddi manevi gücünü yitirmeden yaşamak olanağını bulmuştur" der. Nazım, en güzel şiirierini, bu arada "Kurtuluş Savaşı Destanı"nı cezaevinde yazar. Barış Yılı'nın başında, içerdekileri düşünmek, düşündürmek istedim.
Yeni yılda Aziz Nesin’le konuşuyordum. Yeni yılını kutladım, "ölmemeye bak!" dedim. Şöyle dedi:
Ne ölmesi yahu, benim yapacak işlerim var!
Ölümü düşünmeye vakti yoktu. Niyeti de... Aziz Nesin, Yalçın Küçük, Demirtaş Ceyhun yeni yılın ilk imzalarını İzmir'de atıyorlar. İzmir'de Konak'ta "Kültür Ürünleri Merkezi"nde yapıtlarını imzalıyorlar. İmza günü dün başladı. Bugün de sürüyor. Yaşamanın simgesi işte...
Yeni yılın sabahında erken kalktım, teypten Ruhi Su'nun türkülerini dinledim. Ölümsüz ozan yüreklendirdi.
Geçenlerde Ali Yüce, "Hatay'da bir düğünümüz var, gelebilir misin?" dedi. “I ıhh," dedim, "olanaksız." İşim çoktu, gidemezdim. Meğer Ali Yüce, bana takılırmış, Hatay'da düğün müğün yokmuş. Ancak, Ali Yüce'nin “Düğünüme Hoş Geldiniz" şiiri, “Sanat Rehberi" dergisinin kasım ayında çıkmış. Ali Yüce'nin şiiri şöyle bitiyor:
“Antakya'ya girerken/Gelinlik bir kız gördüm/Kız dediğiniz bu mu/Yarısı keklik, yarısı tay/Düğünüme hoş geldiniz/Güzel dedem Ruhi Su/Eniştem Mustafa Ekmekçi/Amcam Oktay Akbal."
* * *
Düzeltme: 1 ocak günü çıkan “Gerçekleri Söylemek, Yazmak..." başlıklı “Ankara Notları”nda, yedinci paragrafta bir yanlışlık olmuş. Paragrafın ilk tümcesi, "Atatürk, söylemekten korkmayı öğütler" diye çıkmış, Fehmi Yavuz da. Mustafa Coşturoğlu da, “Hiç düzeltmene gerek yok, okurlar onun doğrusunu anlamışlardır" dedilerse de düzeltmek istedim. Düzeltir, özür dilerim.
4 Ocak 1986, Cumhuriyet