CHP'nin eski Giresun milletvekillerinden Dr. Kudret Bosuter’den bir mektup almıştım. Hinthorozu Erdal Bey'in bir niteliğini vurguluyordu Bosuter. Mektup özetle şöyleydi:
"Sayın Mustafa Ekmekçi,
Sayın İsmet İnönü’nün anılarıyla ilgili olarak yayımladığınız yazıları ilgiyle her yıl izliyorum. Güncel olayları paşa ile birlikte yaşamış olan kuşağın tükenmek üzere oluşu, bu tür yayınları daha da ilginç hale getirmektedir. Bu nedenle ben de size bir küçük anımı yazmak gereğini duydum.
Bir gün Pembe Köşkte Paşa ile birlikteydik. ODTÜ'de yıllarca ders verdikten sonra, bir gün sözleşmesi yenilenmemiş bir yaşlı Alman profesörünün kendisine yazdığı mektubu bana verdi ve ona bir yanıt yazmamı istedi. Alman hoca, ODTÜ'de ders vermeyi sürdürmek istiyor ve dekan Erdal İnönü katında Paşa'nın aracılığını rica ediyordu. Paşa, bunun üzerine bana:
Kudret, Erdal'la bir de sen konuşsan... dedi.
Ben de Pembe Köşk'ün koridorundaki telefona giderek Erdal Bey'i arayıp Paşa'nın ricasını ilettim. Erdal Bey telefonda hırçınlaştı ve aynen şöyle söyledi:
Bu profesör kuşkusuz bir zamanlar iyi bir hocaydı, ama artık yaşlandı ve tükendi. Bunu babama anlatmakta zorluk çekiyorum. Şimdi de sizi devreye sokuyor. Ne var ki ben dekan olarak onun sözleşmesini yenileyemem. Lütfen bana bu konuda yardımcı olun..
Sn. Ekmekçi, bu konuda sanırım Paşa'nın vefasızlığı yolundaki yargıya ters düşen, aynı zamanda Erdal İnönü'nün o muhteşem babasının ricasını dikkate aldırmayan bilim adamı kişiliğini yansıtan bir gerçek var. Gözlerinizden sevgiyle öperim."
Kudret Bosuter'in anlattığı örnek, hinthorozu Erdal Bey'in gerektiğinde babasını bile dinlemeyecek bir yapıda olduğunu gösteriyor. Bu, değme politikacıda, liderde görülmeyen bir niteliktir. Erdal İnönü'ye, Gümüşhacıköy SODEP ilçe Başkanı Selahattin Eymirli'nin “hinthorozu" demesinden sonra bunu hemen yazmamış, gerçekten hinthorozu olup olmadığını da görmek istemiştim. O günlerde Erdal Bey, Çankaya’da Evren'le görüşmüştü. Basına yansımamıştı. Kurcaladıktan sonra, içeride Erdal Bey'in Evren'le çatır çatır tartıştığını öğrenmiştim. Evren, Erdal Bey'e:
Bu konuşmalarımızı basına lütfen açıklamayın" demiş; o da çıkınca, üstü kapalı, satır arasında bir şeyler söylemişti. Ancak, içeride olanları bilenler, kapalı söylenmiş tümcelerden de bir şeyler çıkarabilirlerdi.
Çankaya'daki tartışmanın ayrıntılarını öğrenip yazdım. "Ankara Notları"ndan o bölüm, mutfaktaki arkadaşlarımca çıkarıldı. Sıkıyönetim daha kalkmamıştı, basının tepesinde duruyordu. Yumuşak bir görünüş altında, kararlı bir inat; doğrunun, gerçeğin, bir yılmaz savunucusu "hinthorozu" adını hak etmişti, basında pek kimse kullanmasa da yazmayı sürdürdüm...
***
Ankara’da görüştüğüm çoğu yansız kişiler, Bülent Bey'in bu ara seçimlerde oyuna geldiği kanısındalar. Kimin oyununa? Turgut Bey'in oyununa... Kimle konuştuysam “Bülent Bey büyük yanlış yapıyor" dedi. Gerçekten Turgut Bey, planını iyi yapmış, oyunu iyi kurmuştu. SHP'nin oylarını bölmek için, DSP'nin devreye sokulması gerekiyordu. Bu nasıl olacaktı?
Ara seçim yasasında bir madde bunu sağlayabilirdi. Turgut Bey, elbette o denli saf değildi. ‘DSP’de ara seçime girer’ diye yasa maddesi olmaz ya, şu olabilirdi: “Mecliste üyesi bulunan partiler ara seçime girebilirler.” Burada, grubu olmadığı halde seçime girebilecek tek parti DSP olurdu. Ama Turgut Bey o denli de saf değildi. “Tüm partileri seçime sokarız, bunların arasında nasıl olsa DSP de olacaktır. Böylece planımız belli olmamış olur" diye mi düşünmüştü? Ancak plan az biraz tersine işler gibi oldu. Adı adresi olmayan partiler de çıkıverdi mi ortaya? Haydi bakalım; halk arasında, “naylon partiler”, “curcur partiler”, “tabela partileri” diye kiminin nitelendiği partiler, haberleriyle TV'de boy göstermeye başladılar. Turgut Bey, önce içinden kıs kıs güldü. Oyun ve plan tutmuştu. Ama o ne? Vatandaş, TV'deki haberlerin hiçbirini ciddiye almamaya başlamıştı. İyi şeyler söyleyenle kötü söylenenin tümü birdi. Planın tutan tek yanı, devreye sokulan DSP aracılığı ile SHP oylarının hangi ölçüde olursa olsun bölünmesiydi. Yüzde 10'luk yüksek bir baraj yurt ölçüsünde uygulanıyordu. Ara seçimi olduğu için, “çoğunluk" sistemi burada geçerliydi. Barajı aştıktan sonra, bir oy fazla alan parti o bölgede seçimi alıp götürüyordu.
ANAP, “tabela partisi" dediği kimi partilere itirazlarda bulunmadı değil, gerçekten bu partilerden birinin adresi, Anayasa Mahkemesi’nce bulunamamış, gazete ilanıyla, partinin adresinin saptanması yoluna gidileceği sırada, durumu öğrenen parti yöneticileri Anayasa Mahkemesi'ne başvurarak, “biz buradayız” demişlerdi. Yargıtay Başsavcısı doğrusu işi sıkı tutuyordu, ama boşuna! Başsavcı, adını çok kişinin anımsayamadığı hani “davulu delen Jaguar" simgesiyle TV'de görülen "Büyük Anadolu Partisi" hakkında, Anayasa Mahkemesi'ne başvurdu. Başsavcıya göre, bu parti yöneticileri, kuruluş bildirisini verdikten sonra uzun süre bir araya gelmemişler. Kurucuların toplanıp, başkanlarını, MKYK üyelerini seçmeleri gerekirken, bunu yapmamışlar. Bundan başka, kurucuların üç dört tanesinin sabıkaları mı ne varmış. Başsavcılık, "Bunların hükmi şahsiyeti yok" dedi. Parti yöneticileri ise, Anayasa Mahkemesindeki savunmalarında, "Başsavcılık vaktiyle görevini yapsaydı…” gibisinden konuştular. Anayasa Mahkemesi, şimdi önümüzdeki hafta perşembe günü toplanıp, başsavcının isteklerini görüşüp tartışacak...
Yasa böyle çıktıysa kim ne diyebilir? Böyle bir yasa, yasaları sıkı gözden geçirdiği söylenen Evren'in gözünden nasıl kaçtı? Bir açıklama yapsa iyi olur doğrusu! Hani parti sayısı çoktu?.. Ara seçime girenin sayısı on iki...
Seçim öncelerinde çıkarılan yasalara çok dikkat etmek gerekir. 1988 öncesinde nasıl bir yasa çıkacak, ne bileyim? örneğin, "Seçimleri kim kazanırsa kazansın, Turgut Bey kazanmış sayılır" denir mi denmez mi?
Tarihte örnekleri var; Çetin Yetkin, Toplum Yayınevi'nin çıkardığı “Kaba Kuvvet Felsefesi" adlı yapıtının 124. sayfasında şöyle diyor:
“... Faşistler, devleti ele geçirdikten sonra muhalefeti yok etmek eylemine giriştiler. 1923 yılında Mussolini, her iki meclisten de, faşist partiyi güçlendiren bir yasa geçirmeyi başardı. Buna göre, oyların çoğunu almış olan parti, üyeliklerin üçte ikisini alıyor, geriye kalan üçte bir, öteki partilerin aldıktan oy oranına göre bölüşülüyordu..."
Seçim gezilerine gitmedim. Biraz daha hızlansın, çıkacağım. Bülent Bey konuşmaları sırasında çok alkışlanıyormuş. Doğaldır elbette, seviliyor. Bir konuşmasında, Turgut Bey'in Mecliste geceyarısı ana muhalefeti uyutarak yasa çıkardığını söylüyordu. Doğrudur, Turgut Bey şimdi Bülent Bey’i uyutup oyuna getirerek, onun SHP oylarını bölmesinden yararlanıp iktidarını sürdürmeyi kuruyor. Bülent Bey bunu görmüyor mu? Bülent Bey, "Biz bölüyorsak, sağdakiler de bölüyor" demeye getiriyor, “onlara niye bir şey demiyorlar” demek istiyor. Bülent Bey, siz “onlar” değilsiniz, halk çoğunluğu size yüreğini, sevgisini vermiş, siz bunu oya çevirip Turgut Bey’in planını düze çıkaramazsınız. Oyuna gelemezsiniz...
1973 seçimleri öncesiydi. “Sosyalist" bir gazete olan Yeni Ortam'da Bülent Bey'i destekleyen yazılar yazardım. Gözlemlerime dayanarak, inanarak yazıyordum, TİP'liler içerdeydi. CHP'liler:
Ne olur, Behice Hanım, cezaevinden dışardakilere bir mesaj yollasa, bu seçimde CHP'nin desteklenmesi gerektiğini bildirse. derlerdi. ‘Biz araba tutalım, bu mesajı tüm Türkiye'ye yayalım…’
Böyle derlerdi, içeriden öyle yardımlar, destekler geldi.
Yılmaz Güney, Ankara Kapalı Cezaevindeydi. Bir gün ona gittim. Ne düşündüğünü sordum:
Bu ortamda, CHP'nin desteklenmesinden başka yol yok abi! dedi. CHP’li filan değildi. CHP çoğunluğu kolay sağlamadı: kolay iktidar olmadı.
Gazetenin sahibi Kemal Bisalman’la tartışıyorduk:
Bırak şu Bülent Bey'i diyordu, bak göreceksin o da bitecek, sen de biteceksin:
Biteyim: diyordum, gerçeği yazayım da... Seçimden sonra şöyle dedi:
Egemen güçler, senin yazdıklarına inanmadılar, “hava basıyor" dediler. İnansalardı, “Karaoğlan" iktidara gelemezdi, engellerlerdi...
Nasıl saldırı mektupları gelirdi anlatamam. Adım, "kuyrukçu”ya çıkmıştı Bir TÖB-DER kongresinden sonra bir grup delege dövmeye bile kalktı. Solculardan dayak yiyeceğim diye ödüm koptu...
Bugünkü ortamda Bülent Bey'e gelince, onun, yanlışlarını düzelteceğini kimse sanmıyor. Ancak bir sağduyu, daha doğru deyişle bir "solduyu" bu yanlışı düzeltebilir...
7 Eylül 1986, Cumhuriyet