Oralp Basım gelmişti İzmit’ten; Oralp'ı, Meclise götürüp gezdirdim. Kulisleri gösterdim. Meclisin görkemine, mermerlerine bayıldı... Oralp, İzmit'te eczacılık yapıyor; annesi Mesude Hanım'ın “domuz çiftliği"ni de yönetiyor. Oralp, her gelişinde yeni bilgiler, kitaplarla gelir. Bu kez de, bir Çinlinin yazdığı kitabı getirmiş. Kitabın adı "High Blood Pressure" (Yüksek Kan Basıncı). Yazan, Amerika'da yaşayan Çinli Leon Chaitow. Kitabın 47. sayfasında şöyle bir bilgi var: Yürek sayrılıklarından ölenlerde krom eksikliği saptanmış. Krom en çok karabiberde var. Yemeklerde karabiberi yiyenler, yüksek kan basıncına (yüksek tansiyona) karşı korunmuş oluyorlar. Dahası var; bir bardak şarap, her gün içildi mi, yüreğe oldukça iyi etki yapıyormuş! Sarmısağı bilirdim, karabiberin yararını ilk kez düşünüyordum...
Anam beni severken, bir “kömür Çuvalım!" derdi, bir de “karabiberim!” Karabiberin yüreğe iyi geldiğini bilir miydi, ne bileyim?
Oralp Basım, İstanbul’daki Çin Başkonsolosu Wu Ke Ming'in yakın dostu. Wu Ke Ming, zaman zaman İzmit’e, Oralp'ın çiftliğine gidiyor, dinleniyormuş. Oralp söyledi. 1.2 milyar Çinli, Türk insanının tam altı katı hayvansal protein alıyormuş. Çin, dünyada en çok domuz eti tüketen ülke. Wu Ke Ming de doğruluyor; Çin'de, Budistler yiyor domuz etini; Müslümanlar zaten azlık, 10 milyon kadar. Sovyetler’le, Doğu Avrupa'daki gıda kuyrukları Çin’de yokmuş, çünkü üretiyor. Bunda Mao'nun da katkısı olmalı. Çünkü Mao tüm bürokratları, aydınları, en az iki üç yıl tarımda çalıştırmış. Wu Ke Ming, tarımda çalışırken, donmuş toprak kazdığını söyledi köyde. Başkonsolos Wu Ke Ming, domuz bakıcılığı da yapmış. Bana, Çin'de önemli gelişmelerin olduğunu söyledi. Birinci basamakta, Çinliler ABC’lerini (alfabelerini) değiştireceklermiş. Latin harflerini alma hazırlıklarındaymışlar, ama yavaş yavaş! Usuma, Mustafa Kemal'in harf devrimini yapışı, Arap harflerini bırakıp Latin harflerini alışı geldi. Mustafa Kemal'e de “yavaş yavaş” derler, “Birdenbire yapma!” Mustafa Kemal kabul etmez bunu; o devrimcidir. Ya hemen ya hiçbir zaman! Şimdi gericiler Arap harflerine dönmeyi özlüyorlar. Budalalar! Hiç dönülür mü? Geçmiş ola!
***
Cumhuriyet Ankara Bürosu'ndan arkadaşımız Erdoğan Özer, “yemece"den (kanserden) öldü, İzmir'de toprağa verildi. Erdoğan Bey, çok iyi bir arkadaştı. Sayrıevinde, ölümü bekler gibi çekildi köşeye. Ölünce, arkadaşlarımız Mehmet Açıktan'la, Vural Saygılı, cenazesini uçakla İzmir'e götürdüler. Orada Hikmet Çetinkaya, Cemal Soyoğul ilgilendiler. Yakınlarıyla birlikte, toprağa verilirken bulundular. Erdoğan Bey, ozanlığı, karikatürcülüğü, yazarlığı yanında iyi bir yöneticiydi de. Ekmeğini ondan kazanıyordu; büronun idare işlerini yapardı. Onu hiç unutmayacağım!
Muzaffer İlhan Erdost'un amcası İsmail Erdost da, 19 şubat pazartesi günü 65 yaşında öldü. Erdostların amcalarının en küçüğüydü. Erdost “Sol Yayınlar”ı ondan alıp, sonra ödediği 10 bin lirayla kurmuş, yayınlara 1965'te başlamıştı. Yayının başında İlhan vardı. Amca, İlhan'ı, aramalarda, didik didik etmelerde hiç yalnız bırakmadı. Kasım 1980'de, Muzaffer’le İlhan üç gün üst üste sıkıyönetim dış nizamiyesine getirilmişlerdi. Amca üç gün yanlarından ayrılmadı. 7 kasım akşamı gözaltına alındıklarında, arabasıyla, iki kardeşi Mamak Askeri Cezaevi'ne o çıkardı. Muzaffer, İlhan'ın öldürülmesinden birkaç gün sonra salıverilmişti. Muzafferi aynı dış nizamiyeye getirdiklerinde ilk sarıldığı amcasıydı. İlhan Erdost'un öldürülmesiyle ilgili olarak açılan, yedi yıl süren davanın hemen her duruşmasında, amca İsmail Erdost, Muzaffer Erdost'un yanı başındaydı, ilhan'ın öldürülüşünün birinci yılında, 10 kasım 1981‘de, kitap deposuna kolluk güçleri girmişti. Yeni bir “hazine" bulmanın coşkusuyla, polis, Muzaffer Erdost'u arıyordu. Bulamayınca, deponun kiralanmasına yardımcı olan amcası İsmail Erdost'u almışlar, bir gece karakolda, bir gün de 1. Şube'de tutmuşlardı. Depoda yasaklanmış bir yayın bulunsa, kimbilir daha ne kadar tutarlardı. İsmail Erdost'un beyin kılcal damarlarından biri tıkandığı için son yıllarda pek dışarı çıkamıyor, yeni etkinliklere katılamıyordu. Belki İsmail Erdost'u hiç görmedim; benim görüp tanımamam önemli mi? Nice iyileri tanıyor muyuz?
***
Hürriyet gazetesi yazan Çetin Emeç'le, şoför Sinan Ercan silahlı saldırı sonucu öldürüldüler. Prof. Muammer Aksoy'dan sonra, çok kişi bu olayların tırmanacağını söylüyordu. Hiçbiri ölenlerin, babamızın oğlu değildi, ama öyleymişçesine üzüldük. Üzülmenin de yetmeyeceğini biliyorduk. 6 mart günlü Cumhuriyet’in birinci sayfasında bir fotoğraf vardı: sakallı, şalvarlı biri, öğrenci-polis çalışmasında, sözde polise yardım ediyor, yerden kaptığı taşları gençlere fırlatıyordu! Cumhuriyet'ten Vedat Yenerer'in çektiği fotoğrafın resim altına "kara-taş” diye yazılmıştı. Vatandaş polise böyle “yardım" ediyorsa, yazık! Devlet bitmiş demektir! Vatandaş polise yardım etmez, polis vatandaşa yardım eder, vatandaşın polise yardımı olayı 12 Martlarda, 12 Eylüllerde çıktı ortaya; “sayın muhbir'ler türedi, yurttaş ahlaksızlığa alıştırıldı. Polis işkenceleriyle alınan ifadeler sonucunda, nice insanlar eziyet gördüler. Baba oğulu, kardeş kardeşi, eş eşi ihbar etti. Kimse kimsenin yüzüne bakamaz oldu! Böyle toplumun bireyleri mutlu olabilir miydi? Yetkililer bilirler, bugün güvenlik görevlilerinin yüzde doksan dokuzu ülkücü, milliyetçi, eski MSP, MHP eğilimlilerden oluşuyor. Bu eğitimler, başkomiserlere değin indi. 71 ilin emniyet müdürlerinden yüzde 80’i belirli görüşte kişiler! Biri çıksın da, buna “yalan!" desin, görelim...
Çetin Emeç, onu az tanırdım; bir yazısını da "Ankara Notları"nda ele alıp eleştirmiştim. Bizler, basın olarak elbette birbirimizi eleştirecek, denetleyecektik. Çetin Emeç, öldürüldükten sonra, gözden kaçırdığım kimi yazılarını çıkarıp okudum. Son yazılarında gerçekten iyi bir gazetecilik görevi yapmış Çetin Emeç. 3 Şubat 1990 günlü Hürriyet’te, "Mal Meydanda...” başlıklı yazısında, İstanbul'un Emniyet Müdürü Hamdi Ardalı’yı eleştiriyordu en ağır biçimde; bir yerinde şöyle diyordu:
"...Olay günü. İstanbul'un Allahlık Emniyet Müdürü, basını suçlama saçmalığındaydı... Sözde, memuru hedef gösterildi diye...
Acaba hâlâ, o melun parmakları bulmak için, gözlerini devire devire, bizim içimizde mi dolanıyor?..
Yoksa nihayet uyanabildi de... Soruşturmayı, kendi yakın çevresinin üzerinde mi yoğunlaştırıyor?
Bir de bize, teessüflerini bildirmişti...
Nesine...
Böylesine başıboş bir can pazarında, tepkisiz yaşadığımız... Cezaevlerini, yol geçen hanına çevirdiklerini fark ettiğimiz halde, ortalığı ayağa kaldırmadığımız için mi?..”
Perşembe günü, sabah Oralp’la Meclise gittik; öğleden sonra da gazeteciler, Meclise dek yürüdük. Ne oldu? Hiç mi? Yazık değil mi demokrasiye, bu yurdun insanlarına, bizlere...
11 Mart 1990, Cumhuriyet