Havalar...

Mehmet Ali Bey’in gözleri kara değilken, neden ona «Kara gözlü Mehmet Ali» dediklerini bir türlü anlayamıyordum. İşin garibi, Mehmet Ali Bey de arkadaşlarına «Kara gözlü» diyordu. «Kara gözlü Şinasi», «Kara gözlü Orhan» dı arkadaşlarımız onun dilinde..

Mehmet Ali Bey, size neden «Kara gözlü Mehmet Ali» diyorlar? Sizin gözleriniz kara değil ki?

— Bilmiyor musun?

— Yooo, bilmiyorum...

— Bak kara gözlü Mustafa’m

, anlatayım... Olay, olmuş gerçekte. Yunan işgali sırasında, Ege'de bizim o taraflarda, bir Efe Kör Ahmet varmış. Atlı yirmi dokuz da adamı. Arada bir köye gelir, uzaklardan adamlarıyla bir eve iner, yer içer gidermiş. Annemin halasının kocası Yusuf enişte varmış o zaman bizlerden. Kör Ahmet, birkaç kez Yusuf enişteye adamlarıyla gelip konuk olmuş, yiyip, içip gitmişler. Yusuf enişte, sonunda kızmış:

— Bu, kör Ahmet ile adamları bir daha gelirlerse, kovacağım. Ayaklarımın altına alacağım keratayı.. demiş. Eşi, yalvarırmış:

— Yapma Yusuf'um, etme Yusuf’um. Başına bela mı alacaksın?

— Hayııır, diyormuş Yusuf enişte. Bir daha gelsin kapımıza, ben onu kovacağım!

Yusuf enişte, bağırıp çağırırken, kapı çalınmamış mı? Gelen de kör Ahmet! Annemin halası, düşüp bayılmış. Yusuf enişte, kapıyı açmış. Kör Ahmet’e koşup boynuna sarılmış. Şöyle demiş:

— Vaaaay, kara gözlü Ahmedim, nerelerde kaldın? Günlerdir yollarını gözledik, bir türlü gözükmedin. Hasta mıydın, neydin? Hele, şöyle buyur yorulmuşsundur! Bu olmuş fıkrayı, arkadaşlarına anlatınca Mehmet Ali Bey'in adı olmuş, «Kanı Gözlü Mehmet Ali»! ***

«Ankara Notları»nı yazmak için, sabah erken kalktım. Güneş, Çankaya Köşkünün oralardan ışıklarını vuruyor camlara. Hava da bir açık..

Otobüsler de, günlerden pazar diye olacak, kalabalık değil. Bu saatte, yatağında çok kimse. Pazarın tadını çıkarıyor..

Bir ara, otobüslerden soğumuştum. Ne binmesini ne inmesini biliyoruz da ondan. Herkes kendini mi düşünüyor ne?

Dolmuşlarsa, özel girişimin bir ufacık simgesi. Şoför, kolumdan tutup dışarı atabilir. Az önce inen bayan için neler söylemedi?

Dolmuşta havasız kalıyorum sanki. Bir arkadaşım, şöyle dedi:

— Aaa, bak hava önemlidir. Biz pek farkına varmayız; «Hava çok sıcak», ya da «Hava çok soğuk» diye yakınırız. Havasız kal da bir gör bakalım, havanın değerini.

En iyisi, dolmuştan inip yürümek. Çekmek, havayı ciğerlerine. Ohhh! diyebilmek...

Yolda karşılaştıklarım, soruyorlar:

— Havalar nasıl?

— İyidir Daha İyi olacak!

— İyimsersin, demek?

— Elbette. Neden iyimser olmayalım?

★★★

Konuyu bilmiyordum. Ege bölgesinden bir öğretmen grubu adına yazıyor, yazan; «On binlerce öğretmeni ilgilendirir sorunumuz» diyor, özetle şunları söylüyor:

«İkinci kanaat döneminden sonra, ortaöğretimde, biz öğretmenlerin büyük bir bölümü iki kişi birden aynı derse girmeye başladık. Durumu bir örnekle açıklayalım: Benim haftada on saat tarih dersim vardı. Bunun 18 saat olması gerekiyormuş haftada. Çevredeki okullarda da fazla tarih dersi yok. Şimdi ben, aynı okulda tarihçi arkadaşımın dersine sekiz saat dinleyici olarak giriyorum. Haftada sekiz saat sınıfın arkasında öğrencilerle birlikte ders dinliyorum. Üstelik arkadaşımdan yedi yıl daha kıdemliyim. Bu uygulama, bir teorik ders için çok sıkıcı. Türkçe, matematik dersleri de böyle. Bu uygulamada bir yanlış anlama var gibi geliyor. Fazla öğretmenler, kitaplıkta, laboratuvarda vb. yerlerde görevlendirilemez mi? Milli Eğitim Bakanlığı, aynı derse birden fazla öğretmen girme durumunda, nasıl ders yapılacağını açıklığa kavuşturursa, memnun oluruz..»

★★★

Türk Dilinin şubat sayısında yayınlanan Orhan Ural’ın yazısı, en güzel yazılardan biri. Orhan Ural, anılardan ördüğü yazısının başlığını «Ölümden Sonra Sevmek» koymuş. Behçet Necatigil'i de andığı bölümü şöyle bitiyor: «Deri kutuya yerleştirilen «Birinci sigara» ve küçük ak kağıtlara, eski yazının ince harf dökümüyle dizelerinin ilk çizgilerini belirleyen Necatigil... Onun kekremsi sesini duyar, gülümseyişini görür gibiyim. Sağ elinin parmakları aralanan bir boşluğu okşarcasına, heceler tek tek: «Eee bu işler böyle... Sanat çileyi gerektirir. Bu bir dergahtır; hücreyi tanımayan eşiğe adım atamaz» Suskunlukların inceliği, anlatılamayanların derinliği bir buhurdan gibi onun sofrasında tüterdi. Yaşarken sevilse de, ölümden sonraki saygı ayrı bir güzelliğe bürünüyor..»

Orhan Ural, yazıyı Karacaoğlan’ın şu dizeleriyle bitirmiş, ne güzel: «Mezarımı yol üstüne koysunlar / Geçerken uğrasın yolu kızların.»