Sadık Gürbüz'ün Ankara’da Kızılırmak Sineması'nda dinletisi vardı. Sadık Gürbüz de, izleyenlerin, ‘‘Gürbüz’ün melekleri” diye tanımladıkları İkramiye Koç, Gülkız Uçar, Sema Yadigar üçlüsü de gerçekten başarılıydılar. Salon alkıştan inliyordu. Büyük çoğunluğu gençlerden oluşuyordu izleyicilerin. Ruhi Su'dan, Enver Gökçe'den, Hasan Hüseyin'den, Fazıl Hüsnü Dağlarca'dan, Refik Durbaş'tan, Turhan Oktay'dan, Muhyi’den, Gülten Akın'dan çalıp söylediler. Yalnız sinemada ses düzeni bozuktu, cızırtılıydı. Cuma akşamı da, DGM Savcılığı, Sadık Gürbüz'ün okuduğu türkülerle ilgili olarak bilgisine başvurmuş, hem de arada ifadeyi verip dönmüş Sadık Gürbüz. Sadık Gürbüz'ü bir de Mersin Savcılığı çağırmış, “Hasan Dağı” türküsü için. Sadık Gürbüz, savcıya gitmemiş, sadece “Hasan Dağı” türküsü ile ilgili Muğla Ağır Ceza Mahkemesi'nin “aklama” kararını göndermiş. Rahmi Saltuk, Ruhi Su'nun bu türküsünden yargılanmış, Muğla'da aklanmıştı. “Hasan Dağı” türküsü, 1950’lerde Ruhi Su’ların başından geçen öykünün türküsü. İstanbul’dan Adana'ya tutuklu götürülürlerken, Şereflikoçhisar'a Hasan Dağı’nın önüne gelirler. İkişer ikişer kelepçelenmişlerdir. Helaya bile kelepçeli götürülürler. Bunlar, bir GMC dolusu aydındır. “1951 tutuklaması”ndan sonra yargılanmışlar, 5-10 yıl arasında hapis cezalarına çarptırılmışlardı. 1951 'de başlangıçta tutuklananlar 167 kişiydi, sonradan 172’ye çıktı. 5 yıla hüküm giyenler, İstanbul'da Sultanahmet Cezaevi'ne gönderildiler. Hükümlü kızlar da orada bırakıldılar. 25 kişi Adana'ya yollandı. İstanbul'dan Adana'ya 48 saatte götürüldüler. GMC'de bulunanlar arasında şunlar da vardı: Zeki Baştımar, Şevki Akşit, Enver Gökçe, Kamil Akar, Halil Yalçınkaya (Yayıncı M Ali Yalçın'ın babası), Cazim Aktimur (İzmirli), Abdulkadir Demirkan (Vedat Türkali), Recep Yelkenkaya, Bilal Şen (Bulgar Bilal), Kemal Engin (Postacı Kemal), Macit Bilge, Ahmet Bilge (Macit Bilgenin kardeşi), Sabahattin Dikmen, Reşat Fuat Baraner, Ahmet Gayretli (Kayserili Sarı Ahmet), Kamuran Baştuji, Orhan Suda, Kenan Yaşlıcam, Fadıl Barkan (İzmirli Fadıl), Mihri Belli, Faruk Vural (Uşaklı Faruk).
Mahkemece aklanan “Hasan Dağı” türküsü şöyle:
“Hasan Dağı Hasan Dağı/Eğil eğil, eğil bir bak/Sıkıyor zincir bileği/Candarmada din iman yok./Sıkıyor zincir bileği./Candarmada din, iman yok!
Gidiyor kalktı göçümüz /Gülmez ağlamaz içimiz/İnsan olmaktı suçumuz/Hasan Dağı insan olmak/insan olmaktı suçumuz/Hasan Dağı insan olmak…
Koçhisar üstünden Bor’a/Gülek bir karanlık dere/Sıra dağlar sıra sıra/Çukurova ana toprak.” Bu son dört dize okunmuyor
Öyküsünü de aktardığım “Hasan Dağı”, Ruhi Su'yu ölümsüzleştiren türkü. Adana Cezaevi'ne varır varmaz oluşturdu onu. Türküleri sesinden dinlendikçe, sanatçılarımız okudukça daha da ölümsüzleşecek Ruhi Su.
Sadık Gürbüz'ün dinletisinden sonra, önder Kepenek, arabayla bizi eve bıraktı...
TKP davasından yargılanan Selahattin Koçak, geçen hafta Mamak'tan salıverildi. Gelgelelim, evine gidemedi. Kendisini almaya giden kardeşleri boş döndüler. Selahattin Koçak, bir polis arabasıyla götürüldü. Acaba, nereye götürülmüştü? Bilen yoktu. Güvenlik “Bizde yok” diyordu; öyleyse nerede?
Birkaç gün sonra, Koçak'ın Ankara Merkez Cezaevi'nde olduğu anlaşıldı. Olay da ortaya çıktı, daha doğrusu yanlışlık! Selahattin Koçak, bir başka davada Şereflikoçhisar'da yargılanmıştı. Mahkeme, tutuklama kararını Ankara'ya göndermişti, öğretmen Selahattin Koçak, oradaki davasından aklandı, Mamak’ta tutukluluğu sürüyordu. Aklandığını o biliyordu ama, bakalım ilgililer biliyorlar mıydı? O, merkez cezaevindeyken, kardeşi Niyazi Koçak kolları sıvadı. Şereflikoçhisar'lara gidip, ağabeyinin aklama kararını getirdi. Savcılıktan, salıverilmesi için özel posta servisiyle telgraf çektirdi. Bu işler olurken, ağabeyi Selahattin Koçak, merkez cezaevinde haybeye yatıyordu. Neyse, beşinci günün sonunda çıktı da, özgürlüğüne kavuştu!
Geçen hafta bir de üniversite öğrencisi götürüldü geceyarısı evinden. Polisler, nedense geceyarısından sonra basıyorlardı evi. Nazım, der ya, “Polis ev basmaz güpegündüz!” öyle. Gencin kitaplarını, arkadaşlarıyla çektirdiği fotoğraflarını aldılar. Bundan, grupları, giderek “örgütü”mü saptayacaklardı ne? Bir ara, polislerden biri, fotoğraflar arasında mayolu bir kadın bulup, onu da aldı. Fotoğraf, plajda çekilmişti. Fotoğraf, çocuğun annesinindi. Kadın, polisin eline kaplan gibi atıldı:
Bırak o fotoğrafı, o benim!
Üniversiteli genç, emniyette bir gece kaldıktan sonra, bırakıldı. Orada bir şey yapılmadı! Bir gece içeride tutuldu ya, yetmez mi? özgürlüğe gerçekten değer verenler anlayabilir bunu…
7 nisan, Server Tanilli’nin vurulduğu gündü. Onu aradım telefonla…
Oooo, sevgili Ekmekçi, dedi. Avrupa'da mısın? Sesin çok yakından geliyor, zaten yakındasın da, tekrar Avrupa'ya mı çıktın diye düşündüm...
Senin bugün vurulduğun gün! Sana uzun yaşam dilemek istiyorum!
Aaa, canım, beni çok duygulandırdın, inan ki unutmuştum. Hayata o kadar bağlıyım ki, böyle bir felaketi unutmuşum!
Servet Tanilli sekiz yıl önce vurulmuştu. Gece 21.30'da evine giderken, bir faşistin kurşunlarıyla ağır yaralanmıştı. Tanilli, “Beni bir genç öğrenci vurdu, şu anda tanıyamam” demişti gazetecilere. Tanilli'yi vuran o gün bugün hâlâ yakalanabilmiş değil. Onu vuran yakalanmış değil ama, Tanilli’nin “Uygarlık Tarihi” adlı yapıtı, mahkemelerde aklandığı halde, yayımlanması yasak. Bu konuda duracağım daha. Hani bir söz var, “Taşları bağlayıp, köpeklen salıvermişler” diye. Kitapları yasaklayıp, katilleri yakalamıyorlar. Çünkü, gerçekten düşünce özgürlüğüne inanmamışlardır, iktidarları söylüyorum, ülkeyi yönetmek için, tersine anladıkları 141-142'ye sarılmak isterler. Sermaye sınıfının işçi sınıfını her gün ezmekte olduğunu görmezden gelirler. İnsanlar bilinçlensin istemezler. Açlıktan söz edene “komünist” derler. Din sömürüsü yaparlar yıllar yılı. Halktan, insanlıktan, barıştan yana olanları ezer dururlar. Bu devran böyle gidecek sanırlar.
Hakan Yurdakuler’in ölümünün dün 11. yılıydı. Yıllar var, baba Yurdakuler'in yüzüne bakamıyorum, neden?
Ankara'da, Metropol'de, Bilgesu Erenus'un “555 K” oyunu var; oyun, Yurdakuler'lerin de öyküsü. Daha gitmedim, gidip göreceğim...
9 Nisan 1987, Cumhuriyet