Halka Karışmak...

Mustafa Kemal'in çeşitli yönlerini, niteliklerini anlatmaya çalışıyor, bu konularda yazılmış anılardan aktarmalar yapıyorum, zaman zaman.

Hasan Rıza Soyak, ondaki çocuk sevgisiyle ilgili olarak şöyle yazar: 

«Atatürk çocukları çok severdi. O'nun dilinde çocuk sevgi demekti... Sevdiklerine hangi yaşta olurlarsa olsunlar, çocuk diye seslenirdi... »

Mustafa Kemal, çocuk eğitimi ile ilgili görüşlerini açıklar, şöyle der: 

— Çoğu ailelerin öteden beri çok kötü bir alışkanlıkları var; çocuklarını söyletmez ve dinlemezler... Zavallılar lafa karışınca, «Sen büyüklerin konuşmasına karışma» der, sustururlar. Ne kadar yanlış, hatta zararlı bir hareket... Halbuki, tam tersine, çocukları serbestçe konuşmaya, düşündüklerini, duygularını, olduğu gibi ifade etmeye teşvik etmelidirler; böylece hem hatalarını düzeltmeye imkan bulunur, hem de ileride yalancı ve riyakar olmalarının önüne geçilmiş olur. Kısacası çocuklarımızı artık düşüncelerini, hiç çekinmeden açıkça ifade etmeye, içten inandıklarını savunmaya, buna karşılık da başkalarının samimi düşüncelerine saygı beslemeye alıştırmalıyız. Aynı zamanda onların temiz yüreklerinde; yurt, ulus, aile ve yurttaş sevgisiyle beraber doğruya, iyiye ve güzel şeylere karşı sevgi ve ilgi uyandırmaya çalışmalıdır. Bence bunlar çocuk terbiyesinde ana kucağından, en yüksek eğitim ocağına kadar her yerde, her zaman üzerinde durulacak önemli noktalardır. Ancak bu suretledir ki çocuklarımız memlekete yararlı birer vatandaş ve mükemmel birer insan olurlar...

O, çok derin sevgi ve saygı duygularıyla bağlı olduğu halk arasına karışıp serbestçe dolaşmayı, oturup eğlenmeyi ister, ancak ilk yıllarda buna pek olanak bulamaz. Yazın Büyükada’daki Anadolu Kulübü'ne Sarayburnu'ndaki gazinoya ve çeşitli bahçelerle plaj gazinolarına gider, yahut pek sevdiği Boğaziçi'nde motor gezintileri yapar. Haşan Rıza Soyak anlatıyor:

Böyle olmakla beraber, yine kendisini, alıştığı ve özlediği tam serbest hayata kavuşmuş saymıyordu; halinden şikayetçi idi.

Ankara’da bir akşam üstü, günün işleri hakkında maruzatta bulunmak üzere Çankaya'ya çıkmıştım. O zaman henüz yeni köşk yapılmamıştı. Eski köşkte oturuyordu; kendisini bu köşkün holünde buldum, yalnız başına bilardo oynuyordu. 

Beni görünce elindeki ıstakayı bıraktı; yandaki koltuklardan birine ilişti; beni de karşısına oturttu. 

— Nereden geliyorsun? diye sordu.

— Çarşıdan efendim. 

— İşin mi vardı? 

— Hayır efendim... Karaoğlan'daki (şimdiki Anafartalar Çarşısı) çiftlik mağazasına uğramıştım. Mağazanın önünde eski bir arkadaşıma rastladım, beraberce etrafı seyrederek ve konuşarak Samanpazarı'na kadar yürüdük ve döndük; oradan arabaya bindim ve buraya geldim. 

— Gördün mü ya?... İşte ben bu kadarını da yapamıyorum. Sizin geçtiğiniz yerlerden ben ancak otomobille geçebiliyorum. Herkes gibi yaya yürümem imkansız... Çok kere tecrübe ettim. Arabadan inince derhal etrafımı kalabalık bir meraklı kitlesi sarıyor; yol kapanıyor, trafik duruyor, araya polis de karışıyor ve tabiidir ki bundan halkın çoğunluğu rahatsız oluyor; ben de serbest yürümek imkanını kaybediyor, tekrar otomobile binip uzaklaşmak zorunda kalıyorum. Sebebi ne olursa olsun bu, benim için hoş bir şey değil çocuk. 

Çok heyecanlanmıştı, gözlerini bir noktaya dikerek bir, iki dakika sustu; belliydi ki sükûnete gelmeye ve konuyu değiştirmeye çalışıyordu; fakat yapamadı; tekrar aynı heyecanla derdini dökmeye devam etti: 

— Yani ben burada bir nevi mahpus hayatı yaşıyorum, dedi... Gündüzleri ekseriya yalnızım; herkes işinde gücünde... Benim ise çok günler, bütün günümü değil bir saatimi dahi dolduracak işim yok... Şu halde ya uyuyacağım, olmazsa kitap okuyacağım, yahut bir şeyler yazacağım. Arada biraz dinlenmek ve hava almak ihtiyacını duyarsam dediğim gibi şehrin içinde ve ışında ancak otomobil ile gezintiler yapacağım... Sonra?... Sonra yine bu hapishaneye döneceğim ve işte böyle kendi kendime bilardo oynayıp, sofra zamanını bekleyeceğim. Bari orada bir değişiklik olsa... Ne gezer... Bu sofra nerede kurulursa kurulsun, karşımda aşağı yukarı hep aynı şahıslar... Aynı yüz er... Aynı sözler... Hasılı bıktım usandım çocuk. Ne ise şimdi bunu bırakalım; sende ne haberler var? (Hasan Rıza Soyak, «Atatürk’ten Hatıralar» 1. Kitap, Yapı ve Kredi Bankası, 1973)

 

★★★

 

27 Mayıs Devriminin lideri Cemal Aga'nın ölüm yıldönümüydü hafta başında. Mezarı başında, kuvvet temsilcilerinin katıldıkları bir askeri tören yapıldı. Gazeteci olarak Cemal Aga'yı izlemeye bayılırdık. Köşkün kapılarını basına, halka açmak isterdi. Sürekli Gölbaşı'na giderdi arabayla. İner, dolaşırdı. Gazeteciler, hemen yaklaşır, sorular sorardı. Kimse ile konuşmaktan çekinmez, aydınlarla tartışmaktan hoşlanırdı. Başbakanlık merdivenlerinde gazetecilerle konuşmaları gerçekte, halkla konuşma özlemini giderme gibi bir şeydi. Güçlü bir mantığı vardı, konuştuklarını etkilerdi. 

Çankaya Köşkü’nün karşısındaki bahçeye çıkardı akşamları, amacı halkla konuşmaktı. Bir akşam, Milli Birlikçi’lerden bazı arkadaşları da gelmiş, dinliyorlardı. Cemal Aga, alınmıştı. «Acaba, beni denetlemeye mi geliyorlar?» diye düşünmüş olmalıydı. Yakınlarına şöyle konuşurdu:

— Ben bu köşkte hapishanede gibiyim. Halkın arasına karışmak istiyorum...   

Ülke, demokrasiye kavuştuktan sonra, emekli olarak köşesine çekilmek istediğini söylerdi. Ölümünün yıldönümünde, Cemal Aga'yı içimden saygıyla andım.