Hafta sonlarında...

Çok uzaklara olmasa da, yakın köylerden birine dek gidip, havayı değiştirmek güzel oluyor...
Gediğimiz hafta böyle birşey yapabildik. Teoman Erl, Fikret Ünlü, İsmet Solak, daha birkaç arkadaş, bir arkadaşın arabasıyla Hirfanlı Barajı kıyısına gittik. Şereflikoçhisar’dan Beşer Baydar ev sahibiydi. Araba, Ihsan ve Mustafa Tatroğlu kardeşlerindi. Sonra, Eşref Erdem de geldi oraya. Eşref Edem, bir sure ANKA ajansında çalışmış. 12 Eylül'e dek de, Bayındırlık Bakanlığı’nda müsteşar yardımcısı olmuştu. O yöreleri karış karış o biliyordu.
Sazan balıkları, kerevitler, bir de mangalda çevrilmiş kuzu, iyi mi? Sonra, gölde sandalla gezi...
Celal Mutlu adındaki köylüyü orada tanıdım. Anlattıklarıyla, gülmekten kırıp geçiriyordu Celal.
Celal 1.85 boyundaydı. Ağabeyi ondan da uzunmuş. Bir gece, iki kişiyle kavga etmişler, iki kardeş. Celal, birinden yediği bir yumrukla yere yıkılmış. Yumruğu vuran da ufak tefek biriymiş. Celal'in ağabeyi, iki kişiyi de haklamış, onlar kaçışmışlar. Ağabeyi, merakla Celal'e sormuş:
A kardeşim, o bacaksız herifin bir yumruğuyla niye yere yıkılıverdin?
Ağabey, diye karşılık vermiş, Celal, adam gözüme ayı gibi göründü.
Ağabeyinin karşılığı hoş:
A kardeşim, demiş bizden büyük ayı mı olur?
Celal’in kayınçosu da oradaydı. Celal ondan yakmıyordu:
Neler çektim bu adamdan, diyordu. Bakın bu saçlarım onun yüzünden ağardı!
Celal, yıllar önce köyde sevgilisiyle buluşmuş, alacakaranlıkta konuşuyorlarmış. Celal şoför. Kız bir ara:
Eyvah, ağabeyim geliyor: demiş, içeri kaçmış.
Celal ne yapsın? O da, karaltıyı sezmiş; kendini römorkun altına atmış, boylu boyunca yatmış, kayınçosunun görmeyeceğini sanırmış. Az sonra, başından aşağı ılık bir su dökülmeye başlamaz mı? Meğer, kızın ağabeyi. Celal’in başucunda durmuş, üstüne bir güzel işiyormuş: Celal söyleniyor:
İşte bu saçlarım, ta a o zamandan ağardı. Ama onun da dişleri döküldü ya!
Kayınçosu, mangalın başında kıs kıs gülüyordu...
Koçhisar'dan gelmiş Nail Bey. Celal'e şöyle diyordu:
Sen bunları anlatıyorsun ya, gör bak, yakında “Ankara Notları"nda okuruz:
Nasıl da konukseverdiler...
Ankara'dan yazarlar gelmiş, diye duyup gelmişlerdi taa Şereflikoçhisar'dan.
Şevket Süreyya Aydemir, çok severmiş gezip dolaşmasını. En küçük olanakta, kırlara açılır, dolaşırmış. Ataç da öyleymiş; Konur sokaktan bir taksiye biner, şoför Cafer Tayar beye:
Beni Orman Çiftliği'ne dek götür dermiş. Orda iner, bir başına dolaşır dinlenirmiş.
Zaman zaman öyle gereksinim duyuyor ki insan doğaya, kırlara...
* * *
Ankara'da, ağustosun on beşinden sonra kış derler. Yazlıklara gidenler, dönmeye başladılar. Kokteyller de başladı. Libya’nın kokteylinden sonra. Yunanlı gazeteci Katena Mistakidu'nun evinde verdiği kokteyle gittim...
Katerina şalvarı nereden aldı?
Paris’ten!
Orada Yunan rakısı "Uzo" rağbetteydi. Yerli, yabancı birçok kişi konuklar arasındaydı. Balerin Deniz Olgay Eseninür, Mehmet Ali Kışlalı, Artun Ünsal, Landon Times'dan Raşit Gürdilek, Işık Yenersu, Agence France Presse'den Serge Arnold, Newyork Times'tan Marwin Howe, Reuter'den Seva Ülman, Tercüman’dan Nur Batur, Milliyet’ten Nilüfer Yalçın, Devlet Tiyatrosu’ndan Nisa Yıldırım, Yunanistan'ın İzmir Konsolosu İrapanos. Yunan Elçiliği'nden sekreterler iren ile İoanna, Hritos Panagopulos, Alman Edgar Müller...
Yunanlılarla, Yunancada kalmış Türkçe sözcükleri konuşuyoruz. Öyle çokmuş ki, İren İrini, “yavrum", “oğlum” sözcüklerinin en çok kullanılanlar arasında olduğunu anımsıyor.
Kokteyller, soluk alma yerleri oluyor. Dostluklar, yeni insanları tanıyarak zenginleşip, pekişiyor köyde de. Kentte de öyle..