Marmara Bölgesi’nde “B” ilinden yazan okur, mektubuna, “Size yazmak istememdeki tek neden sizi rüyamda görmüş olmaktan kaynaklanmıyor.” diye başlıyordu Mektubu su gibi okudum Merak da ettim, acaba okurun düşüne nasıl girmiştim? Şöyle diyordu mektubunun o bölümünde:
“…Sizi severek okuyorum. Okurken, bazen gülüyor, bazen duygulanıyor, bazen de öfkeleniyorum. Önceleri size kızardım ‘Hep kendini anlatıyor' derdim. Aslında öyle değilmiş. Bunu anlamakta pek gecikmedim.
Rüya konusuna gelince, size rüyamı anlatmak istiyorum. Rüyamda iki arkadaş, iki dostuz. Politikada iyi bir yeriniz var. Gün geliyor Tarım ve Orman Bakanı oluyorsunuz. Özellikle hayvan konusuna eğilip bu alanda çalışmalarda bulunuyorsunuz. İzmir’de üç bin lira karşılığında vahşice kedi köpek öldürülmesine son verip, daha uygarca bir yöntemle önce insanları bilinçlendiriyorsunuz. Daha sonra hayvanların üremelerini engelleyici önlemler alıyorsunuz. Var olan hayvanları sağlık denetimlerinden geçirip değişik uygulamalarla koruyorsunuz. Ve Burhan Özfatura’nın kulağından tutup,
Sayın Karpuz, bu iş böyle yapılır! diyorsunuz.
Daha sonra da Çanakkale’deki ve diğer yerlerdeki domuz çiftliklerinin kapatılmasını, domuzların açlığa terk edilmelerini önlüyorsunuz. Özellikle domuz yetiştiriciliğini devlet politikası haline getiriyorsunuz. Üretken ve verimli olan domuzdan modern kombinalar ve çiftlikler kurarak maksimum derecede yararlanma yoluna gidiyorsunuz. Domuz eti ihraç ürünlerimiz arasına giriyor. Sonunda hayvancılık bakanlığı kuruluyor ve siz bu bakanlığın başına geçiyorsunuz…”
Okura hemen yanıt vereyim ki, bakanlıkta filan gözüm yok. Gazeteciliği yazarlığı çok seviyorum. Okurun, domuzlarla ilgisine sevindim. Çanakkale'de, Yusuf Tavukçu’nun başına gelen olaylar, Türkiye'de domuz yetiştirmek isteyen çok kişinin başına geldi. Son olarak, Zonguldak’ta, uzun emeklerle domuz çiftliği kuran bir okurun bu çiftliği, gericilerin baskılarıyla dağıtıldı. Okur, milyonlarca lira zarar etti. Domuz çiftliği kurulmasını başlarda destekleyen Zonguldak Valisi gericilerin baskıları gelince o da karşı çıktı. Okur, elindeki avcundaki domuzları yok fiyatına satarak elden çıkarmak zorunda kaldı. Okur, aydın bir kışıydı. Yedeksubaylığını yaptığı sırada komutanları bir gün şöyle demişti:
Özellikle asken birliklerde, yiyecek artıkları boşu boşuna atılıyor, bir işe yaramıyor. Sivil yaşama döndüğünüzde domuz yetiştirin. Hem burada olduğu gibi, atılan yiyecek artıkları değerlendirilmiş olur hem de ülkede protein gereksinimini karşılayarak ülkeye hizmet edersiniz.
Komutanını dinleyen okur, terhis olduktan sonra Zonguldak’a gelince hemen birkaç çift domuz satın alıp çiftliğini kurar. Önce pek ses çıkaran olmaz. Ama sonra, gericilerden bağnazlardan homurtular gelmeye başlar. Koca çiftliği nereye kaldırsın? İstanbullara götürüp domuzlarını elden çıkarır. İstanbul'da domuz besleyen besliyor, satan satıyor; çiftliklerden domuz etinin kilosunu 700 liraya alıyorlar satarken 3000-4000 liraya satıyorlar. Domuz eti bulup yiyebilene aşk olsun!
Buna karşılık dışarıdan getirilen donmuş sığır etinin kilosu 1200 lira. Hem donmuş, belki de kokmuş! Kaç yıllık et kim biliyor?
Geçenlerde Refik Erduran Güneş teki köşesinde yazıyordu Yurtdışında birlikte yemek yedikleri bir diplomatımız domuz eti yemediğini söylüyor, ama yemekte bardak bardak şarap içiyor!
B’den yazan okurun, asıl değinmek istediği konuya geleyim, şöyle diyor okur:
Son günlerde basında ve halkın dilinde yer eden 'irtica’ ile ilgili haberleri, her yurtsever gibi ben de dikkatte izliyor, bir genç olarak gelecekten kaygılanıyorum. Özellikle okumakta olduğum okulun orta eğitime eğitici yetiştiren bir kurum olması ve bu okulun niteliğinden her gün kasıtlıca bir şeyler eksiltmesi beni üzüyor.
Necatibey Eğitim Fakültesi, cumhuriyetin ilk yıllarında Atatürkçü çizgide uygarlığı ve Atatürkçülüğü özümsemiş öğretmenler yetiştirirken, durum bugün çok farklıdır.
Gericiliğin kalesi durumunda bulunan Necatibey de, eğitim elemanı adı altında sunulan eğitimden habersiz kişiler, bu kuruma gelmiş gençleri sürekli zehirlemekteler özellikle tarih, coğrafya ve edebiyat bölümlerindeki gerici tutumlar dikkatleri fazlasıyla çekmekte. Bu kurumdan yetişecek öğretmenlerin çoğuna, kendi adıma çocuğumu teslim etmekten çekinirim. Özellikle eğitim fakültelerinde yoğunluk kazanan gerici uygulamaları dile getirmenizi, bunlara son verilmesi için yazmanızı bekliyorum…”
Necatibey Eğitim Enstitüsü. Atatürk'ün Milli Eğitim Bakanlarından Mustafa Necati’nin adına kurulmuştur. Mustafa Necati, Atatürk'e, onun ilkelerine candan bağlı bir kişiydi. Onun adını taşıyan okulun bu duruma getirilmesi düşündürücü olmalı.
Öğretmen yetiştiren kurumlar zaten kalmadı. Tümü üniversitelere bağlandı, nitelikleri değiştirildi. Türkiye'de ne eğitim enstitüsü ne öğretmen okulu kaldı Türkiye'deki eğitim fakültelerinin de, öğretmen yetişmesiyle bir ilgileri yok. Eğitimde korkunç bir yıkım var. Eğitimci Rauf İnan, 12 Eylül’ün Milli Eğitim Bakanlarından Hasan Sağlam’a bir gün:
Niçin öğretmen yetiştiren kaynakları üniversiteye aktardınız? diye sormuştu. Hasan Sağlam şu yanıtı verdi:
Ne yapalım? Çünkü, öğretmen kurumları daima, politikacıların at oynattıkları yer oluyor. Onların elinden kurtarmak için. (Olmadı işte! Kurumların kapatılmasının çözüm olmadığı çıktı ortaya.)
Öğretmenlik artık, bir uğraş olmaktan çıkıyor. Türkiye'de ilk, öğretmen okulu Türkiye’de, 1848’de, “Dar-ül Muallimin” adıyla kuruldu. Böyle başladı 140 yıl sonra ise, uğraş (meslek) olmaktan çıkıyor. Öğretmen yetiştiren kaynak kalmıyor. Köy Enstitüleri çoktaaan tarihe karıştı. Şimdi, en az puan alanlar öğretmen yetiştiren kurumlara seçiliyorlar. 1919'da, Rum bir Maarif Nazırı bir genelge yayımlar. “Liselerde okuyamayan öğrencileri muallim mekteplerine alın!” diye. Öğretmenlik bir o zaman düşürülmüştü bir de şimdi düşürülüyor!
Köy Enstitülerinin böyle verimli olmaları, köy çocuklarının özellikleri yanında, bir de üstün yetenekli çocukların okula alınmalarındandı. Başka türlü, topu topu on yıl süren, on yıl bile değil, bir uygulamada, bu denli başarılı kişiler yetiştirilebilir miydi?
Bugünkü iktidarlara, tutuculara bakın, hiç Köy Enstitülerinin adını anarlar mı?
YÖK’ün elinde üniversiteler de yozlaştı. Pazartesi günü, Bilar'ın açtığı dersliklerin birine, Mülkiyeliler Birliği’ndekine gittim. Prof. Sadun Aren’in “ekonomi” dersini izledim. Gençler sınıfı hınca hınç doldurmuşlardı. Kızlı erkekli gençler. Sadun Aren:
Mustafa Ekmekçi geldi! dedi, konuşmasını keserek. Ekledi:
Ekmekçi, istersen öne gel, yanımda otur…
Burası iyi efendim, dedim.
Sen bilirsin, dedi. Ancak, sana bakarlarsa sakıncası olabilir.
Sadun Aren’in nasıl ders anlattığını duyardım ama ilk kez dinliyordum. Sık sık örnekler veriyor, espriler yapıyor. Gençler gülüşüyorlar, dersi bir severek izliyorlar. Tanilli'nin dediği gibi. Bilar’ın açtığı bu kurum gelecekte kurulacak gerçek halk üniversitesinin ilk çekirdeğini oluşturuyor. Bu da bana bir düş gibi geldi. Ama olsun, güzel bir düş…
29 Ocak 1987, Cumhuriyet