Gülüp Ağlamak...

Günler SODEP Kurultayı'nda geçerken, bir başka şeyi düşünüyordum:
Bu kez, tabanla yani halkla ilişki kurabilecekler mi aydınlar?
Bir özeleştiri yapılabilecek miydi? Halk çoğunluğunun özlemleri kurcalanabilecek, taban yere basarak, halkın sıkıntıları halkın diliyle anlatılabilecek miydi?
Kendi kendime düşünüyordum, usumca halka yakın sayıyordum kendimi, onun diliyle konuştuğumu sanıyordum. Ancak şimdiye değin nereye oy verdiysem, çoğunlukta değil, azınlıktaydım. O zaman oturup üzülüyordum.
Neden her şey düşündüğüm gibi olmuyor? diye yanıyordum...
SODEP Kurultayı'nı bir de bu yönüyle izledim. Anladığım kadarıyla, eski CHP'den ayrı bir örgüt yapısı oluşuyor gibiydi, örneğin, ilçe başkanlıklarına, eskilerde olduğu gibi, pek ağalar, beyler değil, öğretmenler, ekmeklerini alınlarının teriyle kazananlar geliyorlardı. Bu bir başlangıç olabilirdi, halkla yakın ilişkiler kurabilmek için. Ancak bir de politikaların alttan gelen istekler, sıkıntılar doğrultusunda oluşturulması da başkoşuldu. İzlenecek bir yol birlikte oluşturulup aydın kamuoyunda tartışılmalı, bu görüşlerin benimsenmişi beklenmeliydi. Bir süreç içinde, bunlar benimsenirse ne ala, yola devam; yoksa, yeni baştan özeleştiriye girme zorunluğu var. Artık eski laflar, eski "sloganlar’' adı üstünde eskimişler. Halk çoğunluğuna doğruları yukarıdan benimsetme gibi olanaksız düşleri bırakıp, sorunun ciddiliğini göz ardı etmemek gerekirdi...
Son "Ankara Notları”nda belirtmeye çalışmıştım. Erdal Bey, şöyle demeye getiriyordu heyecanlı delegelere:
Ben sizi, sabırla engelleri aşarak demokrasiye götürmek istiyorum, sizin tümünüzü dinledim. Ancak benim durumumu da anlayın!
Bu, gerçekte Erdal Bey'in politikasıydı. Belki de bunun için ayakta duruyordu, belki de SODEP ilk Kurultayı’nı bu nedenle yapabildi bir geçiş döneminde. Titizlik içinde olduğu için, bu yüzden vatandaş ürkmeden onu dinledi, ciddiye aldı...
Şimdi, Kurultay sonrası değerlendirmeler yapılıyor; üst yönetime girenlerin kimlikleri araştırılıyor. Şöyle bakınca, aydın niteliği taşıyan kişilerin eksik olmadığını görüyor kişi. Çok kimse bunların politika üreteceklerini sanıyor; yukardan beri söyleyegeldiğim şuydu: Burada düşünce üretilmez, tabanla birlikte oluşur bu düşünce. Aşağıdan gelen isteklere göre oluşur. Aynı olaylar yaşanır, aynı koşullar paylaşılır, birlikte gülüp, birlikte ağlanır; bir gün gelir o koro, aynı şarkıyı birlikte söylemeye başlar.
Bunu da elbette, alttaki aydınla parti yapar. Yani, "çarıklı kurmay”larla yapar. Bu, birlikte oluşturulan düşünceye dek, özeleştirinin sürmesi gerek...
***
Geçen yıl bu aylarda, Sinop'ta dinleniyordum. Şadi Alkılıç’ın ölümünü orada duydum. Şadi Alkılıç 12 temmuz günü ölmüştü. İlhan Selçuk "Şadi Baba'nın Yolculukları" başlıklı bir uğurlama yazısı yazmıştı.
Şadi Alkılıç’ın Karacaahmet'teki aile mezarlığının taşma onun şu dizelerini yazmışlar:
"Şimdi ne bedbahtız ne bahtiyarız/Her dala dokunmuş deli rüzgariz/Biz o kadar güldük ve ağladık ki/Artık ne güleriz, ne da ağlarız"
Onu bir kez Toptaşı Cezaevinde görmüştüm. Kısa tümceler yazılmış bayram kartları durur.
Harp Okutu’ndan-1938 yılında, Nazım'la ilişkisi olduğu iddiasıyla çıkarılır. Yargılama sonunda aklanır. Ancak yaşamı bitmez çilelerle geçecektir. Cezavi, sürgün, yine cezaevi... Beş çocuğunu, eşini sürgün gittiği yerlere götürür. Onları sırtında taşır. Çocuklarının tümü okumuşlar, yaşamlarını kazanmışlardır. Yakup Kepenek:
Ben Şadi Alkılıç'ın iki oğlunun da öğretmenliğini yaptım ODTÜ'de demişti...
Yargılanmasını gözlemiş, salıverilmesini izlemiştim. Cezaevinde şişmanlamış, kalp, tansiyon hastalıklarına yakalanmıştı. Kızına yazdığı bir mektupta şişmanlığından yakınmaz, şöyle der:
-... Tabiatın, doğanın diyalektiğine şunun bunun değil, bu yolda çalışan, araştırma yapan profesör tabiplerin bile aklı ermiyor tam... Bizim neslimiz, yedi sülalemiz, iyi beslenmiş insanlar “gen"ler böyle gelişmiş... Kalıtım böyle... Tabiatın diyalektiğine karşı geleni tabiat, doğa ezer, mahveder. Bu "kalıtım" denen bilimsel konunun derinliklerinde ilmen profesör tabip araştırmacıların dahi bilmediği çok şeyler var. İştahın olduğu kadar ye. Zayıflarsan sinirlerin de zayıflar. Sinirleri zayıf olan kimseye her hastalık biner. Ben Ankara’da kalp kliniğinde yatarken bir asistan doktor:
Bu kalp hastalığı size şişmanlıktan geldi, demesin mi?
Peki, dedim, bu kalp kliniğinde ağır 73 kalp hastası yatıyor. Hepsi de "dal gibi" zayıf, hatta sıska. Bir tek ben şişmanım ne dersiniz?
Doktor sustu kaldı, bünyenin, kalıtımın ve hücrelerin diyalektiğini hiç bilmiyordu..."
Şadi Baba'nın ölüm yıldönümünde, onu saygıyla anmak istedim.
Çok geçmedi, kısa süre önce, ozan İlhamı Bekir öldü. Elim değmedi bir türlü İlhami Bekir'i anacak birkaç sözcük yazmaya. Çok üzüldüm onun da ölümüne. 1920'lerden bu yana şiirler yazmış bir ozan. Ezilenler için yazıp durmuş o da. İstanbul'da güçsüzler yurdunda öldü. Şiirlerini bir toplayıp, yayımlayacak çıkacak mı bilmiyorum...