Güle güle Ulusu...

Bülend Ulusu, Aziz Nesin'e çiçek gönderdi, “geçmiş olsun" dedi. Aziz Nesin, bundan çok duygulandı. Konuşurken:
Çiçeği geldi, nasıl teşekkür edeceğimi bilemiyorum. Teşekkürlerimi söyle; dostluğumuz bundan sonra sürecek... dedi.
Aziz Nesin'e pasaport verilmediği sıralardı: Başbakan Ulusu, Aziz Nesin’in hakkı olan pasaportu alabilmesi için çok uğraştı, küflenmiş bürokrasinin çarkını o da kıramadı. Aziz Nesin biliyordu ki, Ulusu tüm içtenliğiyle çalışmıştır.
Cumhuriyetin Genel Yayın Yönetmeni Hasan Cemal, İstanbul’dan geldiğinde, ne zaman görüşmek istese, hemen kabul etti: İsmail Gülgeç’le iki kez görüşmeye gittik.
Yalnız mülakat yok, diyordu, konuşalım, söyleşelim…
Efendim, İsmail yazmıyor ki, çiziyor!
İyi izlenimlerle ayrılıyorduk. Bir gazeteci, bir yazar olarak başımın çok daraldığı anlar oluyordu. Bir söylentinin doğru mu, yanlış mı olduğunu diyelim bilse bilse Başbakan bilir deyip, gecenin bir yarısı evinin telefonunu açıp soruyordum:
Sayın Başbakan, bu saatte rahatsız ettiğim için bağışlayın, ama gazetecilik bu. Filan haberin doğru olup olmadığını sormak istedim...
Karşılık veriyordu. Tutuklu gençlerin üniversite giriş sınavlarına girebilip giremeyecekleri konusunu kurcalıyordum, okurlardan mektuplar geliyordu. Başbakan, Adalet Bakanı’nı aradı, Adalet Bakanı cezaevlerine genelge gönderdi: tutuklu gençler, üniversite giriş sınavlarına girebildiler. Ulusu bu anlayışı göstermeseydi, giremezlerdi...
Meclis Başkanının seçildiği gün, karşılaşan Özal'la Ulusu’nun bir konuşmaları ertesi günü bazı gazetelerde çıktı. Habere göre, Özal, “Gönlüm sizi meclis başkanı olarak görmek istiyor, fakat..." demiş. Ulusu da, “Çok üzüldüm” diye karşılık vermiş. Bu böyle oldu mu, olmadı mı? İçim içimi yiyordu. Ulusu, gazeteye telefon ederek, düzeltme yapılmasını rica etmiş, ben düzeltmeyi de görmemişim. Onu sordum, şu karşılığı verdi:
Sureti kafiyede öyle bir şey yok. Ben onlardan rica ettim, hiç böyle bir şey olmadı, dedim. Ertesi günü düzelttiler. Neden üzüleceğim yani. 211 milletvekiliyle gelmiş, meclis başkanını seçmek hakkı.
Turgut bey, size daha önce “meclis başkanımız siz olacaksınız" dedi mi? Bunun için partiye girme koşulu öne sürdü mü?
Hiç öyle bir şey yok. Zaten bana öyle teklifte bulunmaz yani. Girseydim bir partiye, şimdiye kadar şuna veya buna girerdim. Ben böyle tamamen bağımsız olarak kalmaya karar verdim. Bütün arkadaşlara daha önceden söyledim, ama anlamazlıktan gelirlerdi.
Anladım efendim.
Anladığıma göre, Ulusu’ya, Meclis Başkanlığı adaylığı için öneriler gelmişti, çeşitli çevrelerden. Ancak Ulusu, "Benim koşullarım var" demişti. “Şu şu koşullar gerçekleşirse olurum..." Ulusu, şöyle dedi:
Allah sağlık versin. Allah yüz akıyla her görevi tamamlamayı nasıp etsin!
Ulusu’ya bir “güle güle” demek istedim.
O, cuma günü başbakanlık konutunu boşalttı. Çankaya Köşkü kıyısındaki “Fevzi Çakmak Köşkü”ne taşındı. Mehmed Kemal iyi bilir, o eski Ankaralıdır. Fevzi Çakmak Genel Kurmay Başkanlığı süresince de, emekli olduğu zaman da bu köşkle oturdu. Buna, “Kuleli Köşk" de derler. Tepesinde kulesi var. Kuleli köşkü Atatürk yaptırmış, Mareşal'a vermişti. Uzun süre tapusu verilmedi. İnönü:
Tapusu bir an önce verilsin! diye buyurdu. Genel Sekreteri Hasan Rıza Soyak'a.
Şevket Süreyya ya da Yakup Kadri Karaosmanoğlu sağ olsalardı, onlara soracaktım köşk hakkında soracaklarımı. Yarın Yakup Kadri'nin ölüm yıldönümü, onuncu yıla giriyor.
Afet İnan, Kuleli Köşk'e Mareşal emekli olduktan sonra çok gitmiş.
Mareşal, bu köşkte otururken de cumartesi banyolarını Genel Kurmay da yaparmış. Haftanın belli günlerinde, gerek Atatürk, gerek İnönü, Mareşal’ı Genel Kurmayda ziyarete giderlermiş. Kimileyin de:
Bugün cumartesi, Mareşal’ın banyo günü... derlermiş Atatürk'ün de İnönü'nün de yaverliğini yapmış olan Cevdet Tolgay, bunları iyi anımsıyor.
Mareşal 1944 yılında, yaş sınırını aştığı gerekçesiyle emekli oldu. Daha önce, üç kez birer yıl süresi uzatılmıştı. Emekli edildiğinde 68 yaşındaydı. Ama yine de kırıldı onu emekliye ayıran İsmet Paşa'ya. Mareşal’in özel arabası yoktu. İnönü'nün buyruğuyla Genel Kurmay Başkanlığı sırasında bindiği araba, şoförü köşk kadrosuna alınarak, kendisine verildi. Şoför her sabah, onu gidip bekledi. Ancak söylentilere göre, o binmedi!
CHP'den gelen milletvekilliği önerilerini reddederek. Demokrat Parti listesinden bağımsız aday oldu. İstanbul milletvekili seçildi 1946'da demokratların. İnönü karşısında Cumhurbaşkanı adayıydı. Siyaset yaşamı askerlik yaşamı gibi pek başarılı geçmedi diye yazar “Meydan Larousse."
1947’de DP'den ayrıldı, Millet Partisi'nin kuruluşuna katıldı. Bu partinin onursal başkanı oldu. (1948)
1950'de, seçimlerden önce hastalandı ve öldü. Teşvikiye Sağlık Yurdu’nda hasta yatarken, kendisini ziyaret etmek isteyen Cumhurbaşkanı İnönü'yü kabul etmediğini, o zaman gazeteler yazdı. Cihad Baban, anılarında olayı şöyle anlatır:
"... İnönü'nün hastaneye gelip Mareşal'ı ziyaret etmek istediği kendisine haber verildiği zaman, Mareşal memnun olmuş ve haberi getirene, “gelsin!" demişti. Mareşal’ın yanında hemşiresi Nigar Hanım bulunuyordu. O, birdenbire, “gelsin!" sözüne feveran etmiş, hastane sorumlularını bulmuş, "Olamaz efendim böyle şey... Mareşal bu ziyaretten heyecanlanır, fena olursa hepinizi dava ederim" demişti. Bunun üzerine İnönü aşağı katta bir odaya alındı. Meraşalın hastalığının kritik durumu dolayısıyla yanına kimsenin sokulmadığı söylendi. İnönü bu durumu tabii karşıladı. Nigar Hanım aşağıya, İnönü'nün yanına indi. Orada Mareşal'ın sıhhati hakkında yarım saatten fazla samimiyet ve dostluk içinde konuştular. İnönü ayrılırken, Nigar Hanım İnönü'nün elini öpmek istedi, İnönü elini çekti ve böylece Cumhurbaşkanı, eski arkadaşına, onun hemşiresi vasıtasıyla sağlık dileklerini sundu. " (Politika Galerisi, s.124)
Işın iç yüzü neydi? İnönü'nün, Atatürk'le konuşup başbakanlıktan çekilmesi olayı nasıl değişik biçimlerde anlatılıp yazıldıysa, bu olay da, değişik biçimlerde yazılıp çizildi. Kuleli Köşk hakkında bilgi toplarken görüştüğüm. İnönü'nün başyaverliğini yapmış Cevdet Tolgay olayı şöyle anlattı:
Cumhurbaşkanı İnönü'yle İstanbul'a gitmiştik. Saray'da (Dolmabahçe) kalıyordu. Mümtaz Ökmen ziyaretine geldi, o da hayatta değil şimdi. Mümtaz Ökmen, İnönü'ye Mareşal’in hastalığından söz etmiş, "Ziyaret ederseniz iyi olur" demiş. Odadan çıktıkları zaman, asansöre bineceği sırada İnönü beni gördü:
Tolgay, nereye gidiyoruz biliyor musun? dedi.
Bilmiyorum Paşam...
Mareşal’ı ziyarete gidiyoruz. Nasıl iyi mi?
İyi Paşam!
Birlikte Teşvikiye Sağlık Yurdu'na gittik. Sağdan girer girmez, bir oda, nöbetçi doktorunun odası. Tahmin ediyorum, oraya oturduk. Nöbetçi doktoru karşıladı, beyaz gömleği sırtında. Dedi ki:
Paşam, burada istirahat buyurun, ben yukarı gideyim, hazırlayalım kendisini. Ondan sonra size haber getiririm, dedi. Doktor da kayboldu ortadan. Bir süre bekledik biz orada. Doktor gelemedi. Utancından gelememiş olabilir. Nigar Hanım’ın yukarıda yaptıklarından, söylediklerinden haberimiz yok, biz aşağıdayız. Doktor da gelmedi, biz bekliyoruz. Derken Mareşal’ın hemşiresi pür hiddet geldi:
Efendim, Mareşal sizi kabul etmek istemiyor! dedi aynen... Mareşal'a haber verdiklerini, yahut vermediklerini bilmiyoruz. Kadın, "Mareşal sizi kabul etmiyor" deyince, İnönü:
Pekala hanımefendi, dedi. Geçmiş olsun! Benim ziyaret etmek istediğimi söyleyin kendisine, sıhhatler dilerim...
Biz çıktık. İnönü üzüldü, otomobile bindik...
Gördün mü Tolgay! dedi.
Gördüm Paşam! dedim. Mümtaz Ökmen ağzım açıp bir şey söyleyemedi. Mümtaz Ökmen’i Taksim de bırakıp, Alman Hastanesi ne hasta yatan Recep Peker'ı ziyarete gittik. İşin, olayın içyüzü böyledir...