1994‘ü devirirken, bütçesinde konuşan Milli Savunma Bakanı, askerlik süresinin 18 aya çıkarılma gerekçesini, Jirinovsid'ye bağladı. “Rusya'da Jirinovski var!” dedi. Tüylerim diken diken oldu!
Bu sözün sanki yabancısı değildim. Yine I994'ün Aralık ayının ilk haftasında Türkiye’ye gelen Rus yazan Leonid Juhovsky, şöyle diyordu:
I996'da Rusya’da cumhurbaşkanı seçimleri var. Jirinovski'nin yüzde 25 oyu var. Yüzde 15 de komünistlerin. Bu, yüzde 40 eder. “Türk düşmanlığı" ise yaygın (Sovyetler Birliği dağılmıştı, ama “Kızılordu" öylece duruyordu).
Yazar Leonid Juhovsky, bu sözlerini ayağa kalkıp konuştuğunda da yineledi. Özetle şöyle dedi:
Her memleket gibi bizde de maceraperestler, faşistler var. En iyi generalin en iyi dostu, düşmandır. Generaller, gaddar bir düşmanı çok zor bulabiliyorlar. Şimdi. Almanya ile düşmanlık bitti gibi, Amerika’yla dost olundu. Düşman İsrail'di, şimdi o da olmuyor. Rus ordusu için Osmanlı da o denli korkunç değil. “O da Rus İmparatorluğu'na benziyor" diyorlar...
Rus-Türk savası mı?
Bunları. 11 aralık pazar günü çıkan “Ankara Notarı"ndan aldım. Buna göre Rus-Türk savaşı kapıdaydı! Yazıya şu başlığı koydum: “Rus- Türk Savaşı Kapıda mı?"
Başlığı böyle attım, ama içimde bir sıkıntı. “Neden savaş olsun?" sıkıntısı. Barıştan yanaysak, neden savaş yazılan yazıyoruz ki? 10 aralık cumartesi gecesi, saat 23.00 sıralarında “Anadolu baskısı" gazete geldi. O saatte, bizim bir işimiz de gazetede gördüğümüz yanlışları düzeltip basımevine telefonla bildirmek, gazetenin her an düzeltilmesi, okurun karşısına eli yüzü düzgün biçimde çıkması gerek, ilk düzeltmeyi kendi yazımın başlığında yaptım. “Türk- Rus Savaşı Kapıda mı?" başlığını çıkardım, şunu yazdım:
“Rus-Türk İlişkileri Hızla Geliştirilmeli!"
Ondan sonra yatıp bir güzel uyudum.
Milli Savunma Bakanı’nı dinlerken, kara kara düşünüyordum: Rus-Türk savaşı, askerliğin 18 aya çıkarılması ile önlenebilir miydi? Rus yazar Juhovsky, onun da yanıtı veriyordu: şöyle:
Bence bu kısa zamandan yararlanmalıyız. Türk halkının gerçek yüzünü görmeli, göstermeliyiz. Çünkü biz, bize çok yakınız. Size bir çağrıda bulunuyorum: Somut bir plan yapmalı, kamuoyu oluşturmalıyız. 1.5 yıl kaldı cumhurbaşkanı seçimine. Bu seçimde bizdeki gericiler. “Türk düşmanlığı" kartını oynayacaklardır. Yapacağımızı, elden geldiğince çabuk yapmalıyız. Geç kalmamamız gerekir. Aslında aydınların suçu; her şeyi biliyorlar, fakat geç kalıyorlar. Benim isteğim, geç kalmayalım!
Rus yazan Juhovsky, Milli Savunma Bakanı Mehmet Gölhan'ın konuşmasını dinleseydi, sanırım onun da tüyleri diken diken olurdu.
1995'e girerken, bu savaşçı kafanın değişmesi gerekir. Hiçbir hükümet üyesi kürsüden, Türkiye’nin dostlarını saymadı. Yoktu ki!
Dostsuz insanlar gibi, dostsuz ülkeler de yalnızdır. O ülkelerde yönetim, gücü, gücü yetenedir. Gücü olan zayıfı ezer. Polis, memuru coplar, dokunulmazlığı kaldırılmış milletvekilini tartaklar. Yöneticisi kürsüden bağırır:
Ya olacak, ya olacak!
Dinleyenler, bir diktatör adayıyla karşı karşıya olduğunu düşünmez bile. Gözü gerilerde kalmış köşe yazan döşenir; “Sarışın, güzel kadın…" der.
Kürsüye çıkarken, giyinişine, yürüyüşüne, bacaklarına bakılır.
Ağızlardan salvalar akar!
Şile'den bir anı
1951-52 yıllarında. İstanbul'da Şile'nin Karacaköyü'nde çok kısa bir süre köy öğretmenliği yapmıştım. Köyün yanı başında Bozkoca Köyü vardı. Oranın öğretmeni bir bayan arkadaş, öğrencilerini de alıp bizim okula gelirdi.
Bayan öğretmen, öğrencileriyle okula geldiğinde, köyümüzün bekçisi, nereden duyarsa duyar, okula damlardı.
Bayan öğretmen arkadaşa. “Hoş geldiniz!" der, elini sıkardı. Öğretmen gittikten sonra da “Elini sıktım, ne güzel pamuk gibi eller!" derdi.
Köşe yazarının “Sarışın güzel kadın" yazısını okurken, bizim köy bekçisi gelir usuma.
Kimi milletvekilleri, yazar, çizer içeride. Bir bölüğü de girmeyi bekliyor, işçiler, memurlar sokaklarda.
1993'ün son “Ankara Notlarını” şu tümceyle bitirmişim:
“1994, ona sevgiyle bakanlara kutlu okur!"
(30 Aralık 1993, Perşembe).
1994'ün son günlerini. Bosna yazılarıyla geçirdim. Bosna ile ilgili. 1994'te bir tek yazı yazdığımı, bunun da yeterli olmadığını biliyordum. Bosna'nın eski başbakan yardımcısı. İstanbul’da sürgün gibi oturan Muhammed Cengiç’le, Güralp Basım'ın, Deniz Emrullah'ın, Zahit Gürdal'ın yardımlarıyla uzun uzun konuştum. Doğrusu çok şey öğrendim. Bir kez Bosnalıların Türkiye'den gıda, ilaç yardımından daha çok, siyasal yardım istediklerini anladım. O da bizde yok muydu? Deneyimli devlet adamı artık yetişmiyor muydu Türkiye’de? “Benim memurum işini bilir", “köşe dönmeci" anlayışıyla ne yetişebilirdi ki?
Tek Bosna
Muhammed Cengiç anlatıyor, şöyle diyordu:
Izzetbegoviç,
Hırvatlarla bir federasyon kurdu. Bir tek federasyonla olmaz. Mümkün değil. Böyle bir hükümet kurulamaz. Çünkü Izzetbegoviç, tek Bosna'dan, üniter Bosna'dan söz ediyor. Federasyonu da bir tek Hırvatlarla yapıyor. Mümkün değil. Şimdi. Bosnalı Müslümanlar, Hırvatlarla federasyon kuruyor ki, ileride de Hırvatlarla, “konfederasyon" kurabilsin. Şimdi Sırplar da haklı olarak. Sırplarla konfederasyon istiyor.
Asla böyle bir cumhuriyet kurulamaz, bu biçimde. Hırvatlarla bir konfederasyon kuracaksınız, mümkün değil.
Ben, “Yedi Koçak Hürmüz gibi!" diyorum. Gülüyor, “Evet, aynen" diyor.