Güç Bir Yazı Denemesi!

Bu yazıya başlarken. Sabahattin Ali’nin arkadaşı, “İki Gözüm Ayşe” Ayşe İlhan’ın 8 nisan günü Cumhuriyet’te çıkan "Yavuz Gör'e Teşekkür Borçluyum" başlıklı yazısından esinlenmek istedim.

Ayşe İlhan’ın sözünü ettiği Yavuz Gör arkadaşımdı. Ankara’da Basın Sitesi’nde aynı apartmanda yıllarca komşu oturduk. Ayrılırken, kocaman bir gece lambasını bana bıraktı. Geceleri, kitap okur, ya da yazı yazarken, aydınlatıyor Yavuz Gör’ün lambası!

Yazıyı Ayşe İlhan gibi, yumuşak götürebilecek miyim bilmiyorum. Sözünü edeceğim, benim Meryem Ablamdı. Herkes O’na evde Meryem demez, “Meyrem" derdi, belki Türkçeleştirmiş olurdu böylece. Meyrem aşağı, Meyrem yukarı. Benden iki-üç yaş büyüktü. Ama, ikimiz de 1924 yılında doğmuşuz gibi yazılmıştık. Böylece ikiz de sayılırız nüfusa göre. 1940'lı yıllarda, ben lise birinci sınıfta sayrılanıp, Hadim'e gelince, okula iki yıl ara verdim. Yeniden okula dönebilmem için yaşım iki yaş küçültüldü, 1926 doğumlu oldum. Ancak, 1950'de Hadim hükümet konağı yandı, tabii nüfus kayıtları da. Ben nüfus yazımı için köylere gönderilmiştim. Yokluğumda beni, evdekilerden biri, 1924’1ü, ablamı 1926'lı yazdırmış! Oldum mu ben onun abisi? Gerçek doğum yılımın da, 1927 olduğunu, yine nüfus idaresinin mahkemeye sunduğu bir kayıttan öğrenecektim!

Aramızda, çok az yaş farkı olduğu için, birlikte büyüdük. El ele tutuşur, ilçeden Hocalar köyüne babamın ablası Fetime (Fadime) Halamıza giderdik. O bize yumurta kırar. “Vay benim yeğenlerim gelmiş" diye sevinirdi. Âşık Veysel'in dediği gibi, “Kurt doyduğu yere kırk kez gidermiş", onun gibi, sık sık halamıza kaçardık.

Ben, beş yaşımda var yoktum; Hoca Sait Efendi'ye sureler öğrenmeye birlikte gittik!

Meryem Ablam, okula benden önce başladı. O galiba ilkokul üçte, ben birdeydim Ders aralarında, hemen eve koşardım. Anam:

- Vay okul çocuğu geldi, ben daha hiçbir şey yapamadım! derdi. Az sonra ablam gelir:

-Kardeşim, daha tatil değil, ders arası verildi, der, beni elimden tuttuğu gibi okula götürürdü.

Akşamları derslerimizi birlikte çalışırdık. Anam, elinde kirmanı, yününü eğirir, bizi seyrederdi. Çeşitli renklere boyadığım elişi kâğıtlarını kesip deftere yapıştırmak bir sorundu. Zamk yoktu. Zamk yerine sümüğümüzü kullanırdık. Tutkal gibi yapışırdı. Burnumda sümüğüm kalmamışsa, ablamdan isterdim. Vermezse, sızlanırdım:

- Ana, şu kızına bir şey söyle, bana sümüğünü vermiyor!

- Neye vermiyorsun çocuğa kız? O senin kardeşin.

- Ana, vallahi bende de yok!

Çok mu yaramazdım, çok dayak yerdim babamdan. Kızlar, dayak yemezlerdi. Meryem de, Nazmiye de. Babamın tek üzüntüsü kızları okutamamak olmuştu. Çevrenin baskısı ağır basmış, kızlar ilkokuldan sonra, evde koca bekler durumda kalmışlardı. Biz okullara giden üç erkek kardeş Halit Ağabeyim, ben, Ahmet, onlara karşı her zaman kendimizi borçlu saydık. Hâlâ o borcun altında ezilirim.

Babam, 1950’de, anam 1953’te öldüler. Baba ocağından, anamın kirmanı ile, babamın gece fenerini anı olarak aldım. Hadim’de evlenip kalan Meryem Ablama bırakmıştık herşeyi. Ev, bahçe ne varsa…

Hadım ilçesi yoksunluk (mahrumiyet) bölgesiydi. Doğu Anadolu'nun bir ilçesinden ayrımı yoktur. Kardeşim, ikizim, ablam Meryem orada sayrılanmış. Ciğerleri bitmiş. Antalya'ya kardeşlerinin, kızlarının yanına getirildiği zaman, iş işten geçmiş. Uçakla Ankara'ya getirdik. Kocası sigorta emeklisi olduğundan, SSK'de Dışkapı sayrıevinde, Doç. Dr. Mehmet Yıldız ile Doç. Dr. Sadık Ardıç ilgilendiler. Onu Keçiören Sanatoryumu'na sevk ettiler. Orada bir ay yattı, durumu iyiye mi ne gidiyordu. Kızı Perihan Özkan, annesinin başucundan ayrılmadı. O'na sayrıevinde eşlik etti. Sağınları çok sevmişti kardeşim. Ama. Antalya'yı da özlemişti. Geceleri sayıklıyor, bana düşsel dilekçeler yazıyordu:

- Kardeşim Mustafa! Beni artık gönder, burada yattığım yeter!

Sayrıevi, iki ay sonra, yeniden denetime gelmek üzere, O'nu bıraktı. Yeğenim Perihan'la birlikte uçakla Antalya'ya gittiler. Bir ay geçti geçmedi, oradan kötü haberler gelmeye başladı. Eli, yüzü, vücudu, ayakları şişmiş, ciğerleri su toplamıştı, ilaçları kesilmişti. Sağın Nihal Başay'ın uyarısı üzerine yeniden Ankara'ya sayrıevine getirdik. Sayrıevini bu kez çok sevmişti. Sağınlardan çok memnundu. Şef Mine Özkul, Nihal Başay, Demet Öğdüm, Neslihan Mutluay, bacılardan (hemşirelerden) Emine Türkyılmaz, Handan Tanrıverdi, Şengül Yıldırım, Raziye Canal ilgilenmişlerdi. Elimden geldiğince, çoğuna kitaplarımdan verdim. Yüreğine bakılması için birkaç gün gidip yattığı Yüksek İhtisas Sayrıevi'nde, Doç. Dr. Oğuz Taşdemir, sağın Emine Kütük çok ilgilenmişlerdi. Yeğenim Şadiye Yazgan da, Antalya'da incelemelerini yaptı, çok koşturdu.

Yardımcı olan herkese burada gönül borcumu ödemek istiyorum. Sağlık Bakanı Yıldırım Aktuna ile sekreteri Nihan Konuralp’a ayrıca teşekkür ediyorum.

Kardeşim Meryem Gelmez. 10 Nisan Perşembe sabahı sayrıevinde öldü. Kızı Perihan'la eşi Şimşek, O'nu babayurduna, Hadim'e götürdüler. O gün ikindileyin toprağa, ölümsüzlüğe verildi.

Hadim’den aldığım haberlere göre, başsağlığına gelenler evde haremlık-selamlık biçiminde oturmuşlar, erkekler, kadınların ellerini sıkmamış! Eşdinseller (tarikatçılar) yurdumu ne duruma getirmişler?

148 seni ne yapmalı bilmem ki. (148 okul numarası değil, altınlarının ağırlığı. 25. kez gittiği hacda günah mı çıkaracak?)

Düzeltme: Pazar günü çıkan "Ankara Notları”nda, eski İzmir Gültepe Belediye Başkanı Aydın Erten'in olduğunu yazmıştım. Ölmemiş; O'na uzun bir yaşam diliyorum...