Gözyaşları...

Yıllarca Atatürk'ün özel Kalem Müdürlüğünü. Genel Sekreterliğini yapmış olan Hasan Rıza Soyak, anılarında Atatürk'ün nasıl ince duygulu bir insan olduğunu anlatır, örnekleriyle. Kurtuluş Savaşı bitmiş, bitmemiş. O yıllar... Yunanlılardan alınan tutsaklar, Çankaya’daki bağ evinin (Köşkün) bahçesinde çalıştırılmakta. Olayı Hasan Rıza Soyak’tan dinleyelim:

«Kim olursa olsun insana ve insanlığa çok kıymet verirdi.

Bir gün Çankaya'da eski köşkün üst katındaki kütüphanede oturuyordu. Birdenbire bahçeden küfürlerle dolu hiddetli bir ses yükseldi... Atatürk merakla başını solundaki pencereye çevirdi, o anda yüzü kıpkırmızı kesildi, bana dönüp bağırdı:

— Bak, bak... Bu bunak adam ne yapıyor? Yahu, hiç insan dövülür mu? Bu ne hamakat (beyinsizlik)... Çabuk koş, mani ol ve oradaki adamları köşke getir...

O sırada ben de ayağa kalkmış, pencereye yanaşmıştım: Milli Müdafaa Vekaleti (Milli Savunma Bakanlığı) tarafından (Çankaya Köşkü o zaman Milli Müdafaa Vekaletinin malı idi ve Ordu Köşkü adıyla Başkomutanın ikametine tahsis edilmişti) Köşkün dış idaresine tahsis edilmiş bulunan alaydan yetişme, emekli ve yaşlı bir subayın birkaç işçiyi yüksek sesle azarlayıp tokatlamakta olduğunu gördüm. Yerde birkaç eski torba ile darmadağın bir halde bazı giyecek eşya vardı.

İşçiler, bir müddet bahçede çalıştırılmış olup o gün memleketlerine dönmek için köşkten ayrılmak üzere bulunan Yunan esirlerindendi.

Koşarak bahçeye çıktım, yanlarına gittim, bizim yaşlı arkadaşı hiddetten zangır zangır titreten hadiseyi öğrendim. Meğer esirlerin sıkı sıkıya muayene ettiği torbalarından, kendilerine ait eşya arasında, Atatürk'ün hususi sigaralarından birkaç paket de çıkmış... Herhalde bunları, esirlere köşkün içinde hizmet eden bizimkilerden biri vermişti; başka türlü olmasına imkan yoktu.

İhtiyarı birkaç kelime ile teskin ettikten sonra, esirleri yanıma alıp köşke doğru yürüdüm; Atatürk antreye inmişti... Esirlerden biri uzaktan O'nu görür görmez, müthiş bir korku içinde titremeye başladı ve tam kapıya yaklaştığımız anda düşüp bayıldı.

İnce duygulu büyük adam, bu manzaradan pek müteessir olmuştu... Emri üzerine yanındakiler, esirin yüzüne su ve kolonya serperek ayılttılar...

Bu arada ben de kendisine durumu arz etmiştim. İçerden beş on paket sigara daha getirtti... Bir miktar para da verdirtti, sonra kendilerine, yapılan fena muameleden teessür duyduğunu söyledi ve iyi yolculuklar diledi...

Köşkten ayrılırken esirlerin gözleri, minnet yaşları ile dolu idi; tabii ihtiyar arkadaş da Milli Müdafaa emrine iade edilmişti.»

Hasan Rıza Soyak'ın bir başka anısı da Atatürk'ün «Hain» dediği «Vahdettin'le ilgili. 1923 yılı yazı, Çankaya'daki eski köşkün genişletilmesine karar verilmiş, onarımına başlanmış. Bu nedenle Atatürk eşi Latife Hanım'la birlikle, yine Çankaya'da sonradan yanmış olan üç odalı küçük bir binada oturuyor. Hasan Rıza Soyak o durumu şöyle anlatıyor:

«Mevsim ilerlemiş, sonbahar gelmişti; birkaç günden beri sürekli bir yağmur yağıyordu. Zaten pek sağlam olmayan yapının damı akmaya başlamıştı. Odaların tavanlarından sular damlıyordu. Hem oturma, hem de yemek salonu olarak kullanılmakta olan odanın ötesine, berisine bu damlalara karşı leğenler yerleştirilmişti. Salona geldiğim zaman Atatürk'ü, bir köşedeki geniş koltuğuna sığınmış, gazeteleri karıştırıyor buldum: Beni görünce yerinden kalktı: Ortadaki yemek masasının başına geldi, oturduk, çalışmaya başladık.

Getirdiğim kağıtlar arasında, Mısır'a yerleşmiş bulunan bir Osmanlı generalinden (Hatırladığıma göre Keçecizade İzzet Fuat Paşa) gelmiş bir de mektup vardı; Atatürk'le ordudan tanışan bu eski paşa mektubunda; özet olarak, San-Remo'ya gidip son Osmanlı Padişahı Vahdettin'i ziyaret ettiğini, konuşmaları sırasında Vahdettin'in kendisinden sitayişle ve hürmetle (Övgü ve saygıyla) bahsettiğini hikâye ettikten sonra; «Bu altı yedi asırlık hanedan üyesinin hal ve tavrından maddi sıkıntı içinde olduğunu, yardıma muhtaç bulunduğunu sezdim» diyordu ve kendisine yardımda bulunmasını rica ediyordu.

Bu mektubu okurken Atatürk, başını solundaki pencereye çevirmiş, dikkatle dinliyordu. Ben sağda oturduğum için yüzünü göremiyordum. Amma birkaç defa derin derin göğüs geçirdiğini görmüştüm. Mektubun okunması bitip de başını bana doğru çevirdiği zaman gözleri yaşarmış bulunuyordu. Bir an durdu, gözlerimin içine baktı: sonra başını sallayarak:

— Gördün mü dünyanın halini çocuk?... Nerede o haşmet, nerede o azamet, nerede o saltanat... Şimdi hepsinin yerlerinde yeller esiyor; bu alemde hiçbir şeye güvenilmez... Bundan dolayı insanın hayatta daima ölçülü olması lazımdır... dedi...

Yine düşünceye daldı; pek müteessir olduğu her halinden belliydi. Nihayet merhamet ve zaaf hislerini yenmişti, konuşmaya devam etti:

— Nasıl yardım edilebilir? Benim şahsı servetim yok ki, devlet hazinesi ise fakir... Hem zengin bile olsa, oradan yardıma hiç hakkımız yok... Memleketin en mamur yerleri, bilhassa son ölüm - kalım mücadelemizde harap oldu... Bahis konusu olan zatin da hataları yüzünden vatan hak ve müdafaası için boğuşmak mecburiyetinde kalarak, şehit olan, memleket evladı arkalarında yüzbinlerce yetim ve kimsesiz insan bırakmış bulunuyor. Devlet varidatını, ancak memleketin imarına ve bu zavallıları yaşatmaya sarfedebiliriz. Binaenaleyh bu bahsi bırakalım çocuk. Yalnız bu mektubu bir vesika olarak sureti mahsusada hifzedersiniz.» (Hasan Rıza Soyak. «Atatürk'ten Hatıralar» 1'nci kitap, Yapı ve Kredi Bankası Yayınları, 1973)