Gözlük...

Bazı okurların uyanlarına da uyup, önce ciddi sorunlarla ilgili haberler aktarayım; sonra tozutursam, bağışlayın artık!
Tepelerde gündemde seçim yasası tasarısı var: Yasa, eli kulağında çıktı çıkacak. Bu, seçimlerin 6 Kasım' da yapılacağının, bahara kalmayacağının belirtisi sayılabilir. Seçim yasası daha önce ele alınacaktı ya, sanırım Todor Jivkov’ un gelişi, görüşmenin birkaç gün ertelenmesine neden oldu…
Kulağıma çalındığına göre, parti kurucularına olduğu gibi, milletvekili adaylarına da «veto» geliyor. Ortak oy pusulasında «karma liste» yapma, yani liste üzerinde çeşitli partilerin adaylarına oy verme yok. Bir de partilerin iki kat aday göstermelerinden vazgeçilecek gibi görünüyor. Ne kadar milletvekili çıkacaksa, aday da o kadar gösterilecek deriyor. “Tercih” işaretiyse var.
Buncağız haber için yorum yapmak gerekirse. «Veto»ların özellikle, Yüksek Seçim Kurulu’nun sonuçları açıklamasından önce yapılmasının doğru olacağı görüşü savunuluyor hukukçular arasında…
Fıkraları nedense, Karadenizlilere mal ederler çokluk. Londra’dan gelen Ahmet Tan söyledi. İngiltere'de de İrlanda'lılara mal ederlermiş. Onlar da bunu öylesine benimsemişler kİ, «Fıkra Sanayii» bile kurmuşlar, meralardan döviz bile sağlıyorlardır tanrı bilir. Böyle bir fıkra, belki bilirsiniz.
Karadenizli hastaneye gelmiş, iki kulağı yanmış, çok şaşılmışlar.
- Ne oldu? diye sormuşlar .
- Ütü yapıyordum, demiş
-Eee…
- İyisi telefon çaldı, koştum!
- Peki, öteki kulağın niye yandı?
Karadenizli karşılık vermiş:
- Hastaneye de telefon etmem gerekti!
Fıkra daha bitmiyor; sonra adam göz doktoruna da gitmiş-,
- Göremiyorum! demiş.
- Neden?
- Kulaklarım olmadığı için, şapkam gözlerimi kapatıyor.
      ★
Herkes kendi işinin güç olduğunu söyler ya, gazetecilik yapmak da kolay değil!
1960 öncesindeydi: İsmet Paşa'nın konuşmaları zamanın İktidarına gülle gibi geliyordu. Muhalefet gazetesinde, Vatanda, çalışıyordum. Bir arkadaşımız, İsmet Paşa’yı izlemek İçin, illerden birinden İzlenimlerini yazdırıyordu: «Paşa duvardan böyle atladı… Kolunu şöyle kaldırdı… » filan. Telefonla da izlenimi ben alıyordum, izlenimler uzadıkça uzadı. Bilmem kaç sayfa oldu. Büronun şefi, telefonun paralelini kaldırdı. Arkadaşıma:
- İsmet Paşa'nın konuşması çok uzun, onu olduğu gibi geçeceğiz. Sen izlenimlerini kısa tut dedi. Arkadaşım ne karşılık verse iyi:
- Siz İsmet Paşa'nın konuşmasını kısaltın, benim yazımı kısaltmayın!
Öyle hoşlanmıştım ki, yanıttan! Demek bazen gazeteci, belki farkına varmadan eylem adamının önüne geçebiliyordu!
Yazar, olayları anlatır, yorumlar. Bazen sert, bazen yumuşak olur yazı biçimi. Oldukça sert yazılar yazdığım sıralar mıydı ne? Çetin Altan, İlhami Soysal’ın evinde bir gün:
- Sen, bu tür yazıyı bırak; ileride okunmaz olacaksın; en iyisi, romana öyküye dön, öykü yaz… demişti.
- Eyvaaah! dedim içimden, demek okunmaz olacağım?
Çetin Altan, hapisten çıkmıştı, o sıralar yazmıyordu.
- Siz niye yazmıyorsunuz?
- Enayi değilim ben! diye karşılık verdi Bir daha cezaevlerine düşmek istemediğini söylemek istiyordu.
Sonra sonra, yine konuştuk. Bir gün:
- Ne dersiniz öykü, roman mı yazayım?
- Yok, dedi, devam et.
Galiba 23 mayıs ya da 24 mayıs günlü Güneş’teydi: Nadir Nadi’yle İlgili ne güzel bir yazı yazdı. Telefon edip kutlamak istedim, olmadı…
Hiçbir günlük olay, hücredeki bir tutuklunun mektubu kadar etkilemedi. Mektup, kardeşine yazılmıştı. Hücresinde tutuklu gece gündüz okuduğundan, gözleri bozulmuştu. Artık okuyamıyordu. Babası, bir süre önce ölmüştü. Mektupta şöyle diyordu:
- Babamın bir okuma gözlüğü vardı, belki benim gözüme uyar: gönderirseniz sevinirim…