Hüsnü Göksel’in “Lacivert Mayolu Kız” adıyla çıkan öykülerini zevk duyarak okudum. “Bilgi Yayınevi”nden çıkan yapıtta Hüsnü Göksel, elli yılı bulan sağınlık anılarını öyküleştirmiş. Göksel’in öbür yapıtları da “Bilgi Yayınevi”nce yayımlandı. (Yayınevinin telefonu: 431 81 22, faks no: 431 77 58 Ankara)
Kitabını yollarken “Mustafa Ekmekçi’ye Domuz’dan bir kıl(çık)” diye yazıp imzalamış. Hüsnü Bey’in kitabıyla birlikte, Dil Derneği Genel Başkanı Şerafettin Turan’ın “Türk Devrim Tarihi-Yeni Türkiye’nin Oluşumu” adlı yapıtı da çıktı. O da “Sn. Mustafa Ekmekçi’ye içtenlikle’ diye yazıp imzalamış. Bu kitap da “Bilgi”den çıkmış.
Bugün Hüsnü Göksel’in “Öyküleşen Gerçekler” dediği yapıtından söz etmek istiyorum. “ÜÇ Kişiydiler” başlıklı öykü şöyle:
“Onları ilk gördüğümde, üç kişiydiler: Anne, baba ve kızları. Kız, kız çocuklarının babaya en düşkün oldukları yaştaydı. Büyük bir sevgiyle, taparcasına bağlıydı babasına.
Ameliyattan çıktığım zaman anne ile kız beni bekliyorlardı. Kızı üzmemek için her şeyin iyi gittiğim söyledim. Gerçekte, hiçbir şey yapamamıştım. Sonradan annesini çağınp gerçeği anlattım.
Anne-kız her gün babanın ziyaretine geliyor, çiçekler getiriyorlardı. Baba her gün hayattan biraz daha sıyrılıyordu. Fakat ziyaret saatinde karısı ve kızı geldiği zaman yeniden canlanıyor, yeniden hayata bağlanıyordu. Yatağın yanındaki komodinin üzerine karısının ve kızının resimlerini koymuştu.
Bir gün odamda otururken kapı açıldı, karısı yalnız olarak girdi. Bugün kızının gelemediğini, bundan yararlanarak benimle yalnız konuşmak istediğini söyledi.
Oturdu, önce kocasının sağlık durumundan söz ettik. Hiçbir şeyi saklamadan kendisine anlattım. Sessiz sessiz ağlıyordu. Konuşmam bitince hıçkırıklarla ağlamaya başladı.
‘Doktor’ dedi, ‘size bir şey itiraf etmek istiyorum. Ama önce bir kez daha kesinlikle öğrenmek isterim. Kocamın hiç kurtulma şansı yok mu?’
Acı gerçeği yumuşak sözcüklerle bir kez daha açıkladım.
‘Dinleyin öyleyse’ dedi, ‘şu anda kocamın size ne kadar gereksinimi varsa, benim de en azından o kadar var. Ben kocamı çok severim. O da beni çok sever. Kızımla beraber biz dünyada birbirini en çok seven üç kişiyiz. Ama ben vicdan azabından ölüyorum. Kocam ve kızım birbirlerini yanlışlıkla seviyorlar. Belki de birbirlerinden nefret etmeleri gerekir. Çünkü kocam kızımın babası değildir.’
Gözlerimi önümdeki kâğıtlara indirdim. Yüzüne hiç bakmıyordum. O konuşmasını sürdürüyordu:
‘Bugüne kadar ikisinden de sakladım. O kadar mutluyduk ki bu mutluluğu yıkmak gücünü bulamadım kendimde. Her gün acı çektim, vicdan azabı çektim. Onlar birbirlerini kucakladıkları zaman içim kan ağlıyordu. Ama artık saklayamayacağım. Hiçbir kurtuluş şansı olmadığına göre ölmeden önce bunu itiraf etmek istiyorum kocama. Bilmesi lazım. Kendisine her şeyi söyleyeceğim. İster affetsin, ister affetmesin. Başka türlü ben yaşayamayacağım O’nun arkasından bu ağır yükle.’
Gözlerimi önümdeki kâğıtlardan hiç kaldırmadan konuşmaya başladım:
‘Kocanızı seviyorsunuz ve O’nun mutlu olmasını istiyorsunuz. Bugüne kadar ortak yaşamınız boyunca O’nu mutlu ettiniz. Ölürken bu mutluluğu yıkmak ister misiniz? Öğreneceği bu gerçekle son saatlerinde ve son dakikalarında çekeceği acı sizin bütün ömrünüzde çekeceğiniz vicdan azabından çok daha ağır, çok daha derin olmaz mı? Bırakın hiç olmazsa rahatça ölebilsin,’
Hıçkırıkları yavaş yavaş dindi. Sessiz sessiz ağlıyordu yine.
‘Haklısınız’ dedi, ‘bu sırrı kendimde saklayacağım’.
Kader gerçekleşti. Baba gözlerini yumduğu zaman karısı ve kızı yanıbaşındaydı.
Onları son gördüğümde de üç kişiydiler yine. Anne, baba ve kızları”
Okuyun Hüsnü Göksel’in yapıtını, belki siz de beğenirsiniz!
Hüsnü Göksel, yapıtında, benim kullanmakta direndiğim “sağın”, “bacı”, “sayrı”, “sayrıevi” sözcüklerini kullanmıyor. Hüsnü Göksel gibi yazarlar kullanmazlarsa öztürkçe sözcükler nasıl tutunabilir? Halka nasıl mal olabilir? 22 eylül pazar günü, “Ankara Notları”nda bir mektubunu yayımladığım 81 yaşındaki Sacit Öge, mektubunda “televizyon” yerine “uzgöreç” sözcüğünü kullanıyordu. Öyle sevindim ki...
Bugün “Dil Bayramı.” Dilimizin özleşmesi için yapılan girişimin 64. yıldönümü. Devrimler bir bütündür. 1950 de, Arapça ezan bir bahaneydi. Din sömürüsüyle, 1950’nin politikacılar Atatürk devrimlerini yok etmek istemişlerdi. Bugün kimi politikacılar da onların ardılıdırlar (devamıdırlar).
Türkçe ezanı, Atatürk okutmuştur. Atatürk’ün doğumunun 100. Yıldönümünde, -12 Eylül’cüler “Atatürkçü” geçindikleri için o yılı görkemli biçimde kutlamak istiyorlardı-. Ben de “Madem Atatürkçüsünüz, ezanı Türkçe okutun da görelim!” diye düşünerek “Türkçe ezan” yazılarına başladım. A.K. gibi tutucu yazarlar, gazetelerinde saldırılara başladılar. “Ezan Türkçe okunsa camiye mi gideceksin” diye saldırıyorlardı. Gazetenin başyazarı N.l. şimdi Türk Dil Kurumu Başkanı olan A.E.’yi danışman gibi çalıştırıyor, öztürkçeye karşı çıkıyordu. Atatürk’ün vasiyeti yok edilip, TDK kapatıldıktan sonra tümünün başı göğe mi erdi sanki! Türkçe ezan yazılarım da yasaklandı...
Dilin özleşmesinden yana olanları kutluyorum. Ayrıca, bu yıl “Günbatımı Öyküleri” ile Ömer Asım Aksoy ödülünü kazanan Erhan Bener’i de kutluyor, başarılar diliyorum.
Dil Bayramı ile ödül töreni için bugün saat 18.30’da Ankara’da Adakale Sokak’taki Türk Hukuk Kurumu’nda bir toplantı düzenleniyor. Dilin özleşmesinden yana olanlara kutlu olsun!