Geçmiş Zaman Olur ki..

Çocukluğumda arkadaşlarımdan çok dayak yerdim. Birkaçı, bir araya gelip döverlerdi. Eve, yüzüm gözüm kanlar içinde dönerdim. Babam sorardı: — Ne oldu, kim dövdü?

Kimse dövmedi, düştüm.

— İnsan düşünce, böyle yüzü gözü kan içinde mi kalır? Söyle kimler dövdü?

Susardım. Belki de dövülmüş, dayak yemiş olmak ağrıma giderdi de ondan söylemezdim kimlerin bir araya gelip dövdüklerini...

Babam da huyumu bildiği için ses çıkarmazdı. Ancak, birkaç gün sonra olayın kokusu çıkardı. Çocukluk işte, bir punduna getirir bana dayak atanları yakalar, ben döverdim.. Arkadaşlarım, benim gibi yapmazlardı. Doğruca babama giderler:

— Amca, oğlun bizi dövdü.. diye yakınırlardı. Babam, onların hatırı için olacak, azarlar, döverdi.. Arkadaşlarım, beni cezalandırmaktan dört köşe olmuş biçimde, mutlu ayrılırlardı. Onlar gidince, babam arkadaşlarına överdi:

— Kara Mustafa'yı dövüyorum ama, bir huyunu çok seviyorum, dayak yer, kafası, gözü yarılır, gelip de «beni şunlar şunlar dövdü» demez. Bayılıyorum bu huyuna...

Dayak yedikten sonra, böyle övülmek yine de onun yumuşadığını gösterirdi. Hoşuma giderdi..

Bizleri çok gizli severdi. Anamın bir gün babama: — Şu çocukları bir gün kucağına alıp sevdin mi? Diye sorduğunu anımsarım.

Babam, hemen yüzünü asardı. Çocuğa, sevdiğini belli etmek, ona yüz vermek demekti..

Dayak yediğim zaman, dayak atanların babasına ya da babama yakınmaya gitmeyişi huy edinişim, gazetecilikte çok işime yaradı. Haber kaynağını açıklamama konusunda kendimi kolay eğittim...

27 Mayıs 1960 öncesiydi. Vatan Gazetesindeydim. Erzurum'dan Ankara'ya gönderilmiş bir mektupta, «Erzurum Atatürk Üniversitesi'ni gerici cereyanların sardığı» belirtiliyor, Erzurum Üniversitesi'nin o zamanki rektörünün, Atatürk aleyhine konuşmalar yaptığı anlatılıyordu. O rektör şimdi, Tercüman Gazetesinde zaman zaman «Yaşayan Dil» adı altında, Atatürk'ün Dil Devrimini eleştiren yazılar yazar durur.. Kabaklı'lar filan daha o zaman şimdiki gibi çiçeklenmemişlerdi...

Haberi yazdık. Kısa bir süre sonra, Konya'daki Mevlana törenlerini izlemeye gönderildim. Daha vardığım akşam, arkadaşlarla oturduğum Konya Şehir Kulübünden haber yazdıracağım sırada, arkadaşlarım haber verdiler

— Vatan, bir yazıdan dolayı bir ay süreyle kapatıldı. Sen köyüne git. Açıldığı zaman gelirsin.

Ertesi sabah, otobüste bir yer bulup ilçeye gittim. Gece vardım. Eş dostla, ilçenin Şehir Kulübüne girdik... Anam, babam çoktan ölmüşler. Bir kız kardeşim var ilçede. Daha biz çayı yudumlamadan, içeri elinde şemsiyesiyle, çizmeli bir kişi, yanında arkadaşlarıyla girdi. Sordum, savcıymış..

Az sonra, savcı yanımdaki arkadaşlardan birini kahve ocağına çağırdı. Arkadaş, gidip döndü. Beni çağırdı. Birlikte kahve ocağındaydık. Savcı, şimdi Eyüp Savcısı Selçuk Bengi, şöyle dedi:

— Ankara savcılığından Yıldırım telgraf geldi. Sizin hemen, Ankara'ya gönderilmenizi istiyorlar. Siz burada ne kadar kalacaksınız?

— Biliyorsunuz, biraz önce geldim.. Siz ne zaman isterseniz, hareket ederim..

— Peki, dedi Selçuk Bey. akrabalarınızı görün, yarından sonra savcılığa gelin de görüşelim:

Haber kısa sürede ilçeye yayılmıştı. Görenler:

— Hemen arkandan geldi telgraf, değil mi? Diyorlardı...

Otobüse atlayıp işime döndüm. Savcıyı aramadan, haberi soruşturmak için arayıp konuştuğum haber kaynaklarını aradım. Şimdi öldü, bir profesör, o da Atatürk Üniversitesi'nde görev yapmıştı. Telefon edince:

— Gözüme görünme, dedi. Adımızı açıklamış, her şeyi anlatmışsın!

— Hayır, ben haber kaynağımı açıklamadım dedim. Profesör durdu:

— Bunu anlamıştım.. dedi. Onun için, Savcıya, «Efendim, Ekmekçi bana geldiği zaman, her şeyi biliyordu. Bana sadece doğruluk derecesini sordu. Ben de «doğru» dedim».. Diye ekledi...

Ankara Savcısını aradım. Bekliyordu. Tek soru soruyordu:

— Bak Ekmekçi, sen iyi bir çocuksun. Sana bir şey yaptırmayacağım.. Ama, bu mektup kimden kime geldi? Şimdi mektup nerede? Bunu söyle bize...

Tam o sırada telefon çaldı. Savcı telefona gitti. Savcının durumu değişmişti. Şöyle konuşuyordu:

— Geldi efendim... Şimdi yanımda efendim. Bir şey söylemiyor, kaynağı açıklamıyor efendim. Delillerin lehinde olduğunu anladı efendim. Çalışıyoruz efendim... Telefonu bırakıp döndü.

— Şimdi, gidebilirsin.. dedi. Ama, aradığım zaman geleceksin..

— Tabii efendim...

Sonra, olayla ilgili olarak «kovuşturmaya yer olmadığı» kararı verildi. Kararda, gazetecilik görevini yapmaktan başka bir işlevim olmadığı sonucuna varıldığından, bir işlem yapılmasına gerek görülmediği de belirtiliyordu...

Aradan on yıl geçti. Yıl, 1969. Zamanın AP Genel Başkanı Demirel'l2, İzmir'e giden gazeteciler arasındaydım. Akşam Efes Oteli'nde verilen yemekte, yanıma şişmanca bir kişi düşmüştü.

— Beni tanıdın mı? diye sordu.

— Hayır, tanıyamadım.

— Tanıyamazsın tabii... İyi düşün bakalım.. Ben, 1959 yılında seni ilçenden getirtip ifadeni alan savcıyım. Olayı anımsadın mı?

— Tabii, anımsamaz olur muyum? Peki, siz şimdi ne yapıyorsunuz?

— Emekli oldum. İzmir’de AP'nin Merkez İlçe Başkanıyım..

Heyecanla sordu:

- Hani ben senin ifadeni alırken telefon çalmıştı.

anımsadın mı?

— Evet. Kimdi o?

— Celal Bayar'dı. Cumhurbaşkanı olarak, olayın üzerine titizlikle gidilmesini istemişti.