Avrupa’ya giderken İlhan Selçuk dedi ki:
Oralarda kaybolup ne edersen, yoldan birini çevir, 'Arkadaş ben Frenk Mustafendi'nin torunuyum!’ de, onlar seni yalnız bırakmazlar!
Frenk Mustafendi’den, daha önce “Ankara Notları”nda söz etmiştim. O büyük dedelerimden biri; kimine göre, benim adım onun adı. Anam ise şöyle derdi:
Senden büyük bir oğlum vardı, adı Mustafa'ydı. Frenk Mustafendi’nin adıydı. O öldü; sonra sen doğdun. Senin adını da ‘‘Mustafa” koydu baban. Artık senin adın, Frenk Mustafendi'nin adı değil, kendi adın...
Her neyse, Frenk Mustafendi, 1810’larda filan doğmuş olmalı. Gençlik yıllarında, Hadim'in Hocalar köyünde bir kızı sever, âşık olur. Babası, onu azarlar. Sözü kaldıramayan genç Mustafa, köyü terk eder İstanbul’a gider. Orada mezar taşlarına aruzla şiirler yazar, ebcet hesabıyla tarihler düşer. Bir yandan da medresede, öğrencilere “müzakerecilik”, bir anlamda danışmanlık yapar. O sırada, 1835-40 yılları olmalı, İngiltere'ye örnek lületaşı götürülür. Gemiyle olmalı, mermerlerle ya da lületaşıyla Frenk Mustafendi de birlikte gider. 12 yıl İngiltere'de, Londra'da kalır. Orada kavaslık ne yapar, çalışır. Bir dolu yapıtlar yazar, çıkarır. Bunlardan elde hiçbiri yok. Belki o yıllar Londra'da ünlülerle tanıştı. Onlar da yok. Sonra Türkiye’ye döner, namaz filan kılmaz. Konya'da medresede, yine danışmanlık yapar. Mezar taşlarına şiirler yazar. Öldüğünde Mevlana müzesinin bahçesine gömülür. Ama, adı “Frenk Mustafendi” kalır.
Frenk Mustafendi’yi çok düşünmüşümdür. Serüvenlerini bilmek isterdim. O yıllarda yaban ellere gitmek yürek ister. Bunu Teoman Erel’e anlatmıştım, o Milliyet'te, Frenk Mustafendi'nin, “ilk öncülerden” olduğunu yazdı. Bugün Avrupa'da, Avustralya'da acunun dört bir yanında, milyonlarca insanımız var. Kolay mı, dilini bilmediğiniz ülkelerde çalışmaya gitmek?..
Yedi yıl önce ilk kez gittiğim Paris’te, elçilik santralında çalışan arkadaşım Canan Tangün anlatmıştı. Şöyle demişti:
“Telefon çalar, bir ses:
Abla, ben geldim!
Sen kimsin?
Adım Ali, Fransa'ya çalışmaya geldim. Tanıdığım kimsem yok. Ne olur, bana yardımcı olun...
Şen şimdi neredesin?
İstasyondayım abla!
İstasyonun hangi bölümünde?
Bilmiyorum, istasyon işte!
Sen, yanından geçen bir Fransızı telefona ver!”
Ali, oradan geçen bir Fransızı çağırır, Canan onunla konuşur. Türke de:
Sen olduğun yerden ayrılma! der, ona yardımcı olur
Ankara’dan Alman Havayolları’nın uçağı, “Lufthansa” ile yola çıktık. Dışişleri Bakanı Vahit Halefoğlu ile eşi Zehra Hanım da aynı uçakta. Onlar VIP yani “önemlikişi” sayıldıklarından en önde, perdenin arkasında oturuyorlar. Onlar da Brüksel'e gidiyorlar. İyi birlikte varacağız demek. Halefoğlu, NATO bakanları toplantısına katılacak. Ankara'dan Sedat Ergin tembihli. Brüksel muhabirimiz Hadi Uluengin’le telefon edip benim de o gün Brüksel'e geleceğimi bildirecek. Bildiriyor gerçekten...
Uçakta Vahit Halefoğlu'yla bir süre konuştum. Yemek saatinde, yemekler dağıtıldı. Bir de kart “Yemeklerimizde domuz eti yoktur” gibisine. Kartı alıp cebime koydum.
Önce, Münih Havaalanı'na indik. Saatlerimizi, bir saat geri aldık.
Bak, işte Türkiye Avrupa'dan bir saat ileri! diye geçirdim içimden. Hani, 200 yıl geriydik? Oh olsun işte!
Aaaa, bir de ne göreyim? Dışişleri Bakanı Halefoğlu ile eşi, onlar da Brüksel'e gidecekler ya, başka uçağa Belçika Havayolları’na, “Sabena”ya binecekler, doğruca Brüksel'e gidecekler; ben Frankfurt üzerinden, bir başka Alman uçağı ile Brüksel'e gideceğim. Buna biraz canım sıkıldı Münih’e indik. Havaalanında bıyıklı, bana benzeyen işçiler çalışıyorlar; yükleri, valizleri taşıyorlardı. Kendi aralarında şakalaşıyorlardı. Uçakta, Strasbourg'a giden, bir iki milletvekili de var; onlar da Frankfurt üzerinden gidecekler. Frankfurt'a vardık, ortalık da iyice karardı mı? Orada yeni bir aktarma; bir başka Alman Havayolları uçağı ile Brüksel'e gideceğim. Elimde iki tane el çantası; Frankfurt Havaalanı da amma büyük ha! Peki, ben nereye, nasıl gideceğim? Bizim yeni uçak nerede? Orada bir Türk işçisine sordum:
Aynaya bak abi, dedi, aynada yazar!
Tabloya baktım, uçak numaram, uçağın taaa nereden kalkacağım gösteriyor. Yürü babam yürü. Havaalanının içinde, yürüyen merdivenlerde yürüyorum. Orası büyük bir çarşı gibi. Bir ara, “sex shop” yazılı yere baktım. “Aman oğlum Mustafa, durmanın sırası değil!” Sonunda buldum, uçağa bineceğim yeri.
Brüksel'e vardık ki, geceyarısı. Bir Amerikalı yolda, uçakta, havaalanının, 20 km. kadar kentten uzakta olduğunu söylemişti. Brüksel’e ilk kez gidiyorum. Valizim, doğru Brüksel'e varacak. Ankara’dan öyle yaptırdık işlemi. Brüksel Havaalanı, Frankfurt, ya da Münih kadar büyük değil...
Valizimi aldım, iki de el çantası, biri daktilom. Onu da gezdiriyorum. Belki yazı yazarım diye.
Kollarım çantalarla dolu geçerken bir bayan durdurdu.
Nereye gidiyorsunuz, bir dakika!
Gümrükten geçeceğim!
Gümrük burası, pasaportunuzu verin!
Pasaportu inceler de inceler; evirir çevirir. Yanındakilere sordu. O aldı, baktı. Belçika Elçiliği'nde Ankara'da, bana iyilik olsun diye olacak, vizemin bitiş tarihini şubat sonu diye yazmışlar; ancak 28 şubat diyeceklerine 30 şubat diye yazmazlar mı? Sonradan da düzeltip imzalamışlardı. Buna takılıyorlar Brüksel Havaalanında. En sonunda bıraktılar
Benim gözlerim, beni bekleyenlerde. Kimse yok! Gidip soruyorum, “Bana bir not filan var mı?” diye, l-ıhh. Yok. Ne yapacağım? Hadi Uluengin’e bir telefon etsem, cebimde Belçika Frangı yok. Dolar var. Gözünü sevdiğim Türkiye, dolar her kapıyı açıyor; bakkala git, çakkala git, dolarını bozdur! Belçika'dakiler, bizden de “milliyetçi”mi ne?
Geceyarısını geçmiş ya, ortalığı kovadaki suyla temizleyen bıyıklı adam, Türk olabilir...
Merhaba! dedim.
Merhaba abi!
Yahu, bizim Lufthansa uçağı dilenci vapuru gibi, her yere uğradı. Brüksel’e nasıl gideceğim? Sonra, dolar geçmiyor bir yerde. Bankalar da kapanmış mı ne? Bana biraz dolar bozar mısın?
Dolar bozmam abi, mark olsaydı neyse!
Yap bir şey canım!..
İşçi birkaç dolar bozdu. Gidip telefon ettim. Hadi Uluengin'in evi yanıt vermiyor. “Belki bakanla yemektedirler...” diye geçirdim içimden. Kente kendimi bir atayım hele. Taksilere binmek istemiyorum, “pahalıdır param bitiverir” diye. Tren varmış, iki dakika sonra kalkıyormuş son tren. Haydiii. Ona koştururken, aşağıda yol üstünde çift sakallı biri bağırdı:
Haydi, haydi kalkıyooor!
Bunlar hahamlarmış. Haham değil de hahamcık! Kasaba hahamı! Bir otobüs, ufak boyda Minibüs gibi. Valizi koyduk:
Dolar alır mısınız? Belçika param yok!
Yok, dedi şoför alamam!
Hahamcık, Yahudi papazı, yirmi dolar kadar para bozdu. Belçika parası verdi. Yola çıktık. Nerede duracak bu otobüs, ben nerede ineceğim. Hiçbir şey bilmiyorum. Otobüs kırk dakika sonra durdu. Şoföre, temiz, ucuz bir oteli nerede bulabileceğimi sordum: “Taksi şoförlerine sorun” yanıtını verdi. Yok canım, bir de taksi şoförlerine para mı vereceğim? Tam karşıda. “Taverna Vindsor” diye yazılı bir kahve var; saat gecenin 01.00'i. Oturur, bir bira içerim, ucuz oteli sorarım, hem de telefonlarımı ederim. Ne güzel!
Allah, Allah! Hiçbir telefon çıkmıyor. Kahvedeki kadın, “Burada böyle numara yok!” diyor. Nasıl olur? Neyse, yatayım da, sabah olsun bir. Kadın, otel olarak “Billyart Palace’ı önerdi. Otel, köşeyi dönünceymiş. Köşede sarmaş dolaş yürüyen bir genç kızla delikanlıya sordum.
Taa şu karşıda, ama ışıkları yanmıyor. Belki kapalı, belki geç olduğu için öyle, dediler
Bir başka otele “Hotel Monico”ya daldım. Otel fiyatlarını sordum. “34 dolar” dedi Biraz pahalı geldi, ama iyi. Pasaportumu istedi otelci. Yazdı. Geri verdi. Odada duş yoktu.
Valizlerimi yukarı kendim çıkardım 19 numarayı vermişti otelci. Gece kafama takıldı, telefon edip sordum;
Ödediğim para bir gece için miydi, iki gece için mi?
Bir gece için!...
Peki teşekkür ederim!
Sabah erken kaldırılmamı istedim. Saat 09.15'te “Ortak Pazar “a gideceğim. Geç kalmayayım! Havaalanından Brüksel'e değil, Brüksel'in banliyösü Etterbeek'e gittiğimi sabah öğrenecek, beynimden vurulmuşa dönecektim!
13 Ocak 1987, Cumhuriyet